“Mademki yükseklere kanat çırpacaksın ve mademki kanatların en iyi malzemeden dokunmuş, üstüne en güzel renkler serpilmiş, sakın ateşe fazla yaklaşıp kavurayım deme onları.” (s.332)

Adını çok duyup da bir türlü okuyamadığım bir dünya şaheseri elimdeki. Bitmesiyle, hayat mücadelesinde yorgun düşmüş yüreğimde bir kayıp duygusu yaşattı nedense. Tıpkı yeni tanıdığın bir arkadaşın hayatınızdan kayıp gitmesi gibi bir şeydi.

Eser okuruna zenginlikle yoksulluğun bir arada sunulduğu renkli bir yaşamın önemli kesitlerini sunuyordu. Rahatsız etmeyen anlatım süslemeleriyle bezenmiş, akıp giden cümlelerden müteşekkil yalın üslubuna hayran olmuştum.

Bir tarafımı kararlılıkla doldururken bir tarafımı şaşkına çevirdi sanki.

***

Yirmili yaşlarında, denizcilikle uğraşan halk tabakasından bir genç olan Martin Eden bir tesadüf sonucu Ruth ve ailesiyle tanışır. Aynı zamanda kendisine çok uzak olan burjuvaziyle de tanışmış olur.

Kıza âşık olur. Âşık olduğu kızın hatırına kendini eğitmeye çalışırken keşfettiği felsefe, edebiyat ve kültürün yanında kendi yazarlık yeteneğinin de farkına varır. Cahil halk çocuğu denizci Martin etrafındaki yoksulluk ve acıdan kurtulabilmek için yazdıklarıyla yükselmeyi amaçlar. Aşkını içinde taşırken disiplinli bir çalışmayla yazılar yazmaya başlar. Acı çeker, aç kalır, beş parasız ayakta kalmaya çalışır. Yüzlerce sayfa yazı yazar. Gazetelere, dergilere gönderir. Hiçbiri kabul görmez, hep iade edilir.

Yalnız kalınca sadece kitaplara sarılır, okur, okur, okur.

Okumak insanı daha çok düşünmeye, hayata ve insanlara dair daha çok kafa yormaya zorladığından, her zaman mutlu kılmaz.

O da mutluluğu ararken mutsuzlukla tanışır ve yazar, yazar, yazar.

Bu yolda ait olduğu sınıftan koparken burjuva sınıfını da tanımaya başlar. Yaşadıkları onu hayata daha da yakınlaştırır diye düşünürken daha da uzaklaştırdığına tanık oluruz. Eski sınıfına yabancılaşırken yeni sınıfına da dâhil olamaz; her iki sınıftan da uzaklaşır. Bir ara hepsinden uzaklaşmayı kafasına takar.

Ama ne yazık ki yazarın maddiyatı el vermez ve tekrar çalışmaya başlar. Tam her şey bitmiş, hayatın gerçekleri “üstüne üstüne geliyorken” bir mucize olur. Eserlerinden biri yayınlanır.

Yazdıklarının edebi değerini algılayamayan burjuvazi, Eden’i ancak ünlenip piyasa değeri olan bir meta hâline geldiğinde kabullenir. Herkesin belirli bir kalıba girip gerçek kişiliğini bir maskenin arkasına sakladığı bu dünyaya girdiğinde, kökenlerine ihanet edip etmediğini sorgulayan Martin Eden için, kendi kimliğini yaşayabilmek, kendisi olarak var olabilmek giderek imkânsız hâle gelmeye başlar.

Sonrası yer yer yazarımızın hayatıyla eşleşiyor zaten.

Tecrübeyle sabittir ki; insan, gayreti ve edindiği tecrübesiyle kendi sınıfının üstüne çıktığını zannettiği anda, biriktirdiği değer ölçülerine göre özenç duyduğu sınıfta da yer edinemediğini anlıyor.

“Yalnızlığını daha güçlü ve kendini daha yorgun hissetti.” (s.198)

***

Kahramanımız Martin Eden’in, yazar “Jack London”ın kendisi olduğunu iddia edenler çok. İddia sahipleri kitaptaki dönemin London’un dönemiyle aynı, mekânların aynı, diğer kahramanların da aynı dünyanın insanlarından oluştuğunu söylüyorlar.

Her ne kadar kitap, kendi hayatındaki objelerle donatılmış olsa da, kahramanın Jack London olmadığı kesin. Yine de Jack London’ın hayatının bir kısmında yaşadıklarını değiştirerek ve Martin Eden kimliğine girerek anlattığını anlayabiliyoruz.

Bu nedenle “Martin Eden”ın otobiyografik bir kitap sayılmasında hiçbir sakınca yok.

***

Romanı Jack London’ın hayatını bilmeksizin okuyunca, genç bir kıza âşık olan Martin isimli bir denizcinin azmi, sonrasında yaşadığı hüsran ve mutlu/mutsuz son olarak algılanacaktır elbette.

Jack London’ın hayatını inceleyenler, başardıklarının yanında bu roman için “hiçbir şey değil” deneceğini söylüyor.

London bulunduğu yere tırnaklarıyla kazıya kazıya gelmiş bir yazardır.

Amerikan edebiyatının incilerinden, hatta en iyilerinden biri diye nitelendirilen bu kitap Jack London'a kıyasla, ancak “kumsalda bir kum tanesi kadar kalır” deniyor.

Kitabın yazıldığında anne babası romandaki gibi ölü değildir, sağdır. Bir ara inci avcılığına merak sarınca postu deldireceğini anlar ve polis vardiyasına dâhil oluverir. Sonrasında bu işlere paydos deyip liseye yazılır. Evet, Ruth olarak okunan ve Martin Eden'a tokadı basan, onu yüzüstü bırakan omurgasız bir hatun, Jack London’ın hayatında gerçekten var olmuştur. Jack London bu veremli genç kızı lise yıllarında abisinin daveti üzerine evlerine gittiği dönemde tanımış, sonrasında onu ilk kez gittiği lisede görmüş ve etkilenmiş.

Kızcağız üniversiteye gittiğinde de aynı romandaki gibi çok kaba, sürekli içen İngilizcesi bozuk bu genci tekrar görünce feleği şaşmış tabii. O kalas aromalı genç gitmiş yerine entelektüel birikimli hızar gibi keskin bir Jack London gelmişmiş meğer.

***

Bu arada İngilizce aslından çeviren Levent Cinemre'yi de yürekten tebrik etmek gerek. Sadece çeviri yapmakla kalmamış, okuru Jack London' la tanıştırmak için elinden geleni yapmış. Aslından çeviri başarılı olmasa, kitabın kendi dilinde olan başarısından biz ne anlayabiliriz ki?

Son olarak şunu ekleyeyim. Hani birilerinin “okumadan ölmeyin” dediği kitaplar vardır ya, “Martin Eden” o listenin başında yer almayı hak eden bir eserdir.

***

“Sadece kendi dünyasıyla sınırlı dar görüşlünün, evrensele akıl hocalığı yapmaya çalışmasının kadim tragedyasıydı bu.” (s.233)