“Bitmek bilmez bir körebe oyununda, sürekli ebe olmayı kim ister ki?” (s.144)
“Yalan alışkanlığı”, yaşadığımız çağda görülmeyen ama kısa zamanda farkına varılabilen virüs gibidir. Dilimizi, yüzümüzü, gözümüzü sahte bir boya ile sinsice boyayan, zehirlercesine hayatımıza dâhil olan; daha ileri gidildiğinde yarattığı huzursuzluğa rağmen içimize tamamen yerleşerek sahte hazlar deryasına sokuveren bir virüs.
Ete kemiğe büründüğünü sandığımız yalanlarımız, günlük akış esnasında beynimizin dar koridorlarında gezinirken, uygun gördüğü zamanlarda şeytansı bir dürtüyle varlığını sık sık hatırlatır. Cambazlaşan dilimiz ve damağımızla her kullanımda toplumsal bir itibar kazandığımızı sandığımız yalanların, gelecekte ilerlememiz gereken hayat yolunu ne kadar kayganlaştırdığını fark edemeyiz. Ta ki gerçeklerin yüzümüze vurulduğu, o kaygan zeminde yapılan patinajlar sonucu toplumsal itibarımızın dibe vurduğu ana kadar.
En tehlikelisiyse gerçek kostümüne bürünerek bedeni, ilişkileri ele geçiren, zihnimizle bütünleşebilen yalanlardır ki, artık konu psikiyatrinin alanına dâhil edilmiştir.
***
Yalan hayatlar üzerine 9 yazardan 9 öykünün derlendiği, Can Yayınları’ndan “Yalancı Öyküler”i okudum.
Cemil Kavukçu’nun “Çiçekler” öyküsünde, bir söyleşi sonunda bir yazara sunulan bir buket çiçeğin zihinlerde ve dillerde oluşturduğu yalancı yolları izledim.
Habib Bektaş’ın “Yer Gök Taş” öyküsünde, yoksul bir küçük çocuğun yaşadığı bisiklet sevdasıyla yalana sığınışına tanık oldum.
İlknur Özdemir’in “Değişen Roller” öyküsünde, başka dünyaların içinden gelen bir kadın ile bir erkeğin ada vapurunda inşa etmeye çalıştıkları yalancı dillerini gözlemledim.
M. Sadık Aslankara’nın “Erkek Yalan” öyküsünde, aile hayatını donatmış yalanların, gerçeğin görüntüsüyle bir aileyi parçalanmaya kadar götürdüğünü gördüm.
Metin Kaçan’ın “Hayat Pınarı Aşk İksiri Ölümsüzlük Otu” öyküsünü ise, aslının ne olduğunu, ne anlatmak istediğini anlayamadığım, anlatımlarında insan doğasındaki yalana hizmet eden unsurlardan başka bir özellik taşımadığından elimdeki süpürgeyle öyküde yer alan cümlelerden bir yığın oluşturma ihtiyacı duydum.
Murat Gülsoy’un “Hayatım Yalan” öyküsünde, basit bir depo sorumlusu olan Fırat’ın öykü kahramanına dönüşünün, kendisinde yarattığı endişelere ve reddedişe ortak oldum.
Nazlı Eray’ın “Kim Bassinger” öyküsünde, Londra’da sürdürdüğü yalnızlık sosuna gark olmuş hayatını, Kim Bassinger’in seksi bedeni üzerinde kurduğu masalımsı pornografik hayallerle süsleyen bir kişiye eşlik ettim.
Tahsin Yücel’in “Yalansız” öyküsünde, her ne kadar Güney Amerika’da geçse de hiç yabancı olmayan bir kişilik olan Amadeo’nun, bana hiç yabancı gelmeyen bir ülkede, hiç yabancı olmayan yöntemlerle devlet yönetiminin başına yükselişini, yine hiç yabancı olmayan uygulamalarla zenginleşmesini okudum ve tüm dikta sevdalıları gibi sonunda yaşayacağı yıkımın aynı olduğunu anladım. Galiba bu kitabın en hoş öyküsüydü.
Yekta Kopan’ın “Becerikli Bay Kerim İnal” öyküsünde, beslediği ideallerle yetişmiş, ilk kitabını da zorlukla yayınlayabilmiş bir yazarın, düştüğü ekonomik sıkıntı yüzünden sahte bir isimle (ki becerikli olan bu isimdir) cep polisiye romanlar yazmaya yönelmek zorunda kalmasının, kendisinde yarattığı psikolojik ağırlığı hissettim.
***
Benim için, boş bir zaman dilimini dolduran dokuz öyküden ibaret bir kitaptı “Yalancı Öyküler”.
Boşluğuma hoşluk kattı diyelim.
Sunuş bölümünden anlaşıldığına göre elimdeki kitap, üç kitapta temalı öyküler derleyen yayın yönetmeninin gösterilen ilgi karşısında zorladığı bir dördüncüsü olmuş. Zaten zorlama olduğu da okunurken çok belli oluyor. Sanki bilgisayarda “yalan” kelimesi aratılmış, içinde yalan geçen metinler toplanmış gibi…
Sıradan bir öykü kitabı; boş zamanınız varsa, buyurun derim.
***
“İnsan soyunu göz önüne getirirsen, ben en temiz düşünceli, en saf kişilerden sayılırım.” (s.134)