Son dönemde Türkiye’de ekonomik, siyasi ve sosyal alanlarda yaşananlar artık yalnızca uzmanların ya da muhalif çevrelerin değil, sokaktaki insanın da gündeminde. Hayat pahalı, adalet tartışmalı, gelecek belirsiz. Buna rağmen toplumda dikkat çeken bir başka gerçeklik var.
‘’Sessizlik’’
Bu sessizlik, bir kabulleniş mi? Yoksa görünmeyen bir korkunun dışavurumu mu?
Toplumlar her zaman yüksek sesle tepki vermez. Bazen susmak da bir refleks, hatta bir savunma mekanizmasıdır. İnsanlar geçinemediğinde, güvende hissetmediğinde ya da yarınını öngöremediğinde önce hayatta kalmaya odaklanır. Bu noktada itiraz, yerini “idare etmeye” bırakır. Çünkü itiraz etmek bedel gerektirir.
Bir başka neden ise yalnızlık hissidir. İnsan, yalnız kaldığını düşündüğünde susar. “Zaten kimse konuşmuyor” algısı, bireyin sesini kısar. Oysa tarihte büyük değişimler, tek tek yükselen ama sonunda birbirini bulan seslerle başlamıştır. Sessizlik çoğu zaman çoğunluk olduğu için değil, çoğunluğun birbirinden habersiz olduğu için büyür.
Elbette menfaat meselesini de göz ardı etmemek gerekir. Her toplumda, mevcut düzenin devamından doğrudan ya da dolaylı fayda sağlayan kesimler vardır. Ancak asıl dikkat çekici olan, hiçbir menfaati olmadığı hâlde susmayı tercih eden geniş kitlelerdir. Bu suskunluk bazen “bana dokunmayan yılan” düşüncesinden, bazen de “daha kötüsü olur” korkusundan beslenir.
Fakat tarihin öğrettiği net bir gerçek var.
Sessizlik sorunları çözmez, yalnızca erteler. Ertelenen her toplumsal mesele ise daha sert, daha yıkıcı bir biçimde geri döner. Bugün konuşulmayanlar, yarın daha ağır bedellerle konuşulmak zorunda kalır.
Belki de asıl soru şudur. Toplum gerçekten sessiz mi, yoksa sesini duyurabileceğine dair umudunu mu kaybetti? Eğer sorun umut eksikliyse, çözüm yalnızca ekonomik ya da siyasi değil aynı zamanda ahlaki ve toplumsaldır.
Çünkü bir toplum, sesini kaybettiğinde sadece itirazını değil, geleceğini de fısıltıya indirger.
Toplumsal sessizliği anlamak için önce korkudan ziyade alışkanlık kavramına bakmak gerekir.
Fransız düşünür Étienne de La Boétie, 16. yüzyılda yazdığı ‘’Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev’’ de çarpıcı bir tespitte bulunur.
“İnsanlar, zincirlerine alıştıkları için özgürlükten korkar hâle gelirler.”
Bu söz, modern toplumların suskunluğunu anlamak açısından bugün hâlâ şaşırtıcı derecede günceldir. Sürekli kriz hâlinde yaşayan birey, olağanüstü olanı olağan kabul etmeye başlar. Ekonomik sıkıntı, adaletsizlik ya da siyasal belirsizlik bir süre sonra itiraz doğurmaz. Aksine gündelik hayatın normal parçası hâline gelir. Bu noktada sessizlik, bilinçli bir tercih olmaktan çıkar ve normal bir davranışa dönüşür.
Sosyolojik açıdan bakıldığında ise sessizlik bireysel değil, bulaşıcıdır. Suskunluk yayılır. İnsanlar birbirine bakarak karar verir. Kimse konuşmuyorsa, konuşmanın riskli olduğu varsayılır. Böylece toplum, sesini kaybetmez; sesini askıya alır. Ancak askıya alınan her söz, zamanla içe döner ve bireyin kendisiyle olan bağını zedeler.
Burada tehlikeli olan, sessizliğin erdem gibi sunulmasıdır. “Sabretmek”, “idare etmek”, “zamana bırakmak” gibi ifadeler bir noktadan sonra toplumsal uyuşmanın dili hâline gelir. Oysa felsefe bize şunu hatırlatır;
Sessizlik her zaman bilgelik değildir; bazen yalnızca yorgunluktur.
Belki de bugün sorulması gereken soru şudur: Toplum konuşmuyor mu, yoksa konuşmanın anlamını mı kaybetti? Eğer sorun ikincisiyse, mesele yalnızca siyasal ya da ekonomik değildir. Bu, insanın kendini özne olarak görme meselesidir. Çünkü insan, ancak konuşabildiği ölçüde vardır.
Toplum konuşmadığında, yalnızca sesini değil, kendini de geri çeker. Konuşmak bir hak olmaktan önce, var olmanın en sade hâlidir. Çünkü insan sustuğunda dünya değişmez; yalnızca insan, değişimin dışında kalır.