“İnsanın iyi olmak için akla ihtiyacı yoktur. Hatta bana zaman zaman bunun tam tersi olmalı gibi gelir. Çok zeki birini ele al, hemen hiçbir zaman iyi olmadığını görürsün.” (s.43)

Bilinmez bir iç dürtüyle toplum, insanları algıladığı bir karşıtlık anlayışıyla her konuda ikiye ayırmaya meyyaldir.

Güçlüler ve ezilenler, zenginler ve fakirler, erkekler ve kadınlar, güzeller ve çirkinler, zekiler ve aptallar, beyazlar ve zenciler…

Ben, hemen herkesin ortadaki gri alanda gezindiğine, uçlarda izleri fark edilse bile bu siyah beyaz kadar sert ayrımın görmezden gelinmesi gerektiğine inananlardanım.  İnsanların davranışlarına, dünyayı algılayışına, diğer insanlara yaklaşımına bakarım. Etiyle, kemiğiyle, yüreğiyle var olan “insan”ı bilirim; o kadar.

Bu kadar zor mu bir insana insan olduğu için değer verebilmek, sınıfından, dilinden, dininden, fizikinden ötürü aşağılamadan insanca görebilmek?

Bunun için en başta beynimizdeki zincirleri kırmalıyız.

İnsanı insanlığından soğutan, her şeyin bittiği ve kelimelerin lâl olduğu nokta diyebileceğim, beni en rahatsız eden, kendini üstün sanan birinin bir diğerini aşağılamasından ziyade, aşağılananın kabullenilmiş bir çaresizlik içinde kendini aşağılık görmesidir.

Ben, Yaşar Kemal’in zihnime ve kalbime işleyen bir sözüne itibar ederim:

“İnsan evrende gövdesi kadar değil, yüreği kadar yer kaplar.”

***

Topluma, girişteki söz ışığında bakınca, kötü diye tanınan kişilerin hiç de aptal olmadıklarını, aksine kafaları iyi çalışan kimseler olduklarını, bazı insanlardaysa kötülerde var olan özelliklerin olmadığını görürüz.

Ciddi zihinsel sıkıntıları olan kişileri ele alalım. Ne kadar iyi olurlarsa olsunlar, bir yerden sonra zihinsel kusurları nedeniyle tehlikeli olma ihtimali yüksektir. Elimdeki kitap bize bu tespitin fotoğrafını veriyor sanki.

Sırada “John Steinbeck”in, ilk olarak ortaokul sıralarındayken okuduğum, bir günde okunup bitirilebilecek bir novellası (kısa romanı) “Fareler ve İnsanlar” var. Kısa ama derin felsefi bir alt yapısı olan, enfes alegorilere sahip bir kitap.

Kitaba bir çiftlikte işe başlamak üzere yola çıkan iki dostu tanımakla başlıyoruz.

George ufak tefek, zeki ve kurnaz; Lennie ise son derece iri yarı, güçlü ama zihinsel engelli, engeli nedeniyle dengesiz hareketler sergileyen, başını sık sık belaya sokan bir karakter. Güçlü olması onun daha da tehlikeli olmasına neden olmakta; örneğin sevmek için eline aldığı bir fareyi öldürebilmektedir. George ise Lennie’ye başını derde sokmaması için sık sık uyaran koruyucu ağabey özelliğini taşımaktadır.

Çiftlikte en az kendileri kadar ilginç, tabiri caizse “nevi şahsına mahsus” kişilerle tanışırlar. İyileri de vardır, kötüleri de. İki arkadaş ise haz etmedikleri bu ortamda çalışmak, sürekli hayalini kurdukları çiftliği alabilmek için para kazanmak zorundadırlar.

Hayalleri çok değerli ama onlara oldukça uzak, olayın geçtiği 1930’lu yılların ekonomik buhranında hemen hemen imkânsız. Yine de yalnızlığın korkunçluğunu bilen iki arkadaşın bu hayali onları bir arada tutan en önemli motivasyonları.

Ortak bir hayalin ve kendini önemseyen konuşabileceği birinin olması arkadaşlıkların değerini ortaya koyar. Kendini sosyal hayatın bariyerleriyle çeviren ve ötesini hayal edemeyenler ise yalnızlardır. Kitaptaki ihtiyarlığı nedeniyle dışlanmış biri, zenci olduğundan itilmiş biri, iletişim arayan sevgiden yoksun bırakılmış bir kadın gibi.

“İnsan yanında biri olmazsa delirir. Kim olduğu hiç önemli değildir, yeter ki yanında olsun.”

***

Yaşlı ve kokan köpeğin işe yaramadığı için öldürülmesinin sembolik bir anlamı var. Candy’nin “keşke köpeği ben öldürseydim” sözü bu anlamı güçlendiriyor. Yani nefret değil de merhamet duygusuyla öldürmek bu kitabın en önemli alegorisi.

Kitaptaki olayın İspanyolca “yalnızlık” anlamındaki Soledad’da geçmesi, iriyarı Lennie’nin soyadının “küçük” anlamında olması, George’un soyadının ise Kayıp Cennet şiirinde yasak meyveyi yemek için Havva’nın Âdem’i saptırmasını anlatan John Milton’dan geliyor olması hep alegorik oyunlar ve kusurlu olanın cennete ulaşamayacağı anlamını taşımaktadır.

Dediğim gibi Steinbeck bir alegori ustasıdır ve bu eserinde de kelimelerle göndermeler yapmaktadır.

Köpeğin öldürülmesi ile kayıp cennet alegorisini harmanlayan yazar, okurlarına “ölüm sadece bir insanın ölümü değil, hayallerin de ölümüdür” dedirten sert bir son sunuyor.

***

Farelerin hayali peynirdir, insanların hayali ise para.

Robert Burns adlı İskoç şair, kitabın adına esin kaynağı olan şiirinde “insanlarla fareler hiçbir zaman hayallerini gerçekleştiremezler” demiş.

Galiba kitabın kurgusu da buna uygun planlanmış. Ne fareler peynire ulaşabiliyor, ne de insanlar arzuladıkları paraya ulaşabiliyor.

Elimde kurgusu, alegorileri, yazarının basit ve akıcı diliyle okuru bağlayan, mutlaka okunması gereken bir kitap var.

Zevkle okunuyor.

***

“Üzülme” dedi. “Bazen mecbur kalır insan.” (s.110)