“Hepimiz günahkârız ve siyah da günahkârların rengidir. Aranızdan biri çıkıp da sakın söylemesin masum olduğunu!” (s. 179)

Günahkâr mıyım?

Günahkâr mısın?

Günahkâr mıyız?

Bu soruları herkesin kendi lehine cevaplayacağına şüphe yok. Her ne hikmetse, günlük hayatımızda adım başı kabahat düzeyinde kullandığımız “günah” kelimesini, “günahkâr” boyutuyla ele alınca sakıncalı görmekteyiz. Oysa günahkâr, günah işleyen anlamında değil midir?

Yoksa hepimiz günahsız mıyız?

Ya da şöyle sorayım; günahsız insan var mıdır?

Hadi, suç boyutunda bir günah işlenmemiş olsa bile; çağımızda işine, yaşamına ve ilişkilerine hiç hile ya da yalan sokmadan, tabiri caizse “süte su katmadan” yaşabilen kaç kişi vardır dersiniz.

Değer yargılarının alt üst edildiği, insan ilişkilerinin yalandan beslendiği, ticari hayatın her ne olursa olsun üste çıkma yarışına döndüğü günümüzde, acaba böyle birini bulabilir miyiz?

Dönün kendinize bir bakın. Ama dürüst olun. Hiç mi suçunuz, görev eksiğiniz, davranış yanlışınız, masum bile olsa sonu kötüye varan yalanlarınız olmadı?

Olmuştur, olmuştur!

Ne dersiniz?

Nuh Peygamber -yanlışlıkla- çağımıza geliverse gemisine alacak “masum” bulabilir mi?

***

Kuran’da, İncil’de ve Tevrat’ta yer bulan “Hazreti Nuh’un” gemisi efsanesini hepimiz biliriz.

Nuh peygamber kavmini doğru yola getiremeyince, Allah’tan “gemi yap” vahyi alır. Gemisini yapar, birer çift olmak üzere hayvanlardan ve günahsız insanlardan gemisine toplar. Onların büyük tufandan kurtulmalarını ve dünyada yaşamın devamını sağlar.

“Amat” adlı bu eserle, benzeri bir gemiyle ‘İhsan Oktay Anar’ın hayal âlemine açılıyoruz. Bu gemiyi de Nuh adlı bir ustanın yaptığı söyleniyor. 1670 yılında, 247 akçeye alınan 247 meşe ağacından yapılan gemi, 247 mürettebatıyla gizli bir görev için sefere çıkıyor. Nereye ve hangi görevle gidildiğini kaptandan başka bilen yok.

Kaptan Diyabol uğursuzluğun, günahın, bir nevi iblisin temsilcisi. İkinci kaptanın Süleyman, boruyu üfleyebilen tek kişi olan çocuk yaştaki İsrafil, mürettebatın da Âdem, Musa, İbrahim, Ali gibi isimlerden oluşması dini efsaneleri çağrıştırır nitelikte. Yaşananların, gemideki diğer kişilerin, kullanılan isimlerin efsanelerle olan ilintisine bakınca elimizde tam bir “tersine metafor” kitabı var.

“…Nuh Peygamber gemisine müminleri alırken, bir kişi dışında Amat’taki herkes, çocuk yaştakiler bile günahkârdı.” (s.231)

Yalnız benzeştirilen efsanelerle bizim geminin okur açısından bir farkı var. Bu gemi öyle “ah o gemide ben de olsaydım” diye iç geçirilecek gemilerden değil.

Gemimizin adı “Amat”, anlamı “gerçek”. Nuh’un gemisi “yaşam” amaçlı iken, bu gemi seferini “ölüm”e doğru yapıyor. Eserde, çıkılan bu ölüm seferinde yaşananlar anlatılıyor. Okurun bitmesini istemeyeceği bir zamanda müthiş bir finalle de sona eriyor.

***

Gerçeküstü dünyalar yaratma ustası olan yazar, kendine özgü masalsı anlatımını dini ve felsefi anlamlarla harmanlayarak şaşırtıcı, sürükleyici bir eserle çıkıyor karşımıza. Okurken, kitabın başından itibaren sanki kalyonun güvertesine oturuvermiş gibi oluyoruz. Sayfalar boyunca gemide yaşananları izlerken, -satırlar arasında- günahkâr kişilerin geçmiş hayatlarına da göz atıyoruz.

Ruhları satın alan esrarengiz kaptan, günahkârlar güruhu insanlar, zamanının en korkunç hastalığı veba, üst üste aynı gelen lanetli zarlar ve bol bol kullanılan efsanevi simgelerle son derece ilginç bir deniz efsanesi var karşımızda. Okumaya başlarken Karayip Korsanları’nın Osmanlı versiyonu gibi görünen kitap, içinde deniz hikâyelerinin vazgeçilmezi lanetleri ve ölümsüzlük arzusunu da barındırıyor. Olayların kaptan kamarasındaki yasak siyah kitabın dediği gibi, sürekli kendini tekrar eden döngüsellik içinde geçtiği anlaşılıyor.

Kitapta sık sık göze batan siyah ve kırmızı renkler bilinçli olarak kullanılmış sanki. Kırmızı kan, savaş ve cehennem algısı oluştururken, siyah da kötülük, karanlık ve günahı simgeliyor.

***

Diline gelince biraz duraklayalım istedim. Yazarın tüm eserlerinde okuyucusuyla oyun oynarcasına kullandığı Osmanlıca soslu büyülü dili bu eserinde okumayı daha da zorlaştırıyor. Çünkü birçok denizcinin bile kolayca hâkim olamayacağı bir terminolojiyle eski denizcilik terimleri bolca kullanılmış. Sürekli eldeki telefondan kelime anlamı araştırarak yapılan okuma oldukça yorucu oluyor. Ancak dil alışınca su gibi akıp gidiyor.

Bir diğer eleştirilecek yönü bazı savaş sahnelerinin en güzel yerinden kesilmiş gibi kadük kalmış olması. Yine de yazarın zekâsı, kurgusu ve akıp giden anlatımı bu eksikleri kapatıyor ve okura şapka çıkarttırıyor.

Yazarımız bu eseriyle 2009 Erdal Öz Edebiyat Ödülü’ne layık görülmüş.

“Amat” adlı eserin kitaplığımızın özel bir yerinde olmayı hak ettiğine inanıyorum. Dilinden ve kullanılan terimlerden şikâyet etmenin dışında, “bütün yelkenler istinga” deyip hayranlıkla okuyacağınızdan eminim.

“Min el aşk, min el garaib…”

***

“Eğer nakliye gemisindeyse zavallı denizcinin ömrü korsanlardan kaçmakla, yok eğer savaş gemisindeyse bu kez aynı korsanları kovalamakla geçer.” (s.195)