“Hiç sevilmemiş insanın yaraları derin olur. Herhangi birinin sevgisine inanmaz, hem de o sevgi, o yaraları kapatmaya yetmez.” (s.79)
İnsanlar, günümüz karmaşık yaşam alanlarında, kendi ruh halini anlamak ve kendini daha iyi hissedebilmek için değişik çözüm yolları aramakta. Kişisel gelişim etkinlikleri oldukça rağbet görüyor. Uzmanlara başvuruluyor, filmler izleniyor, kitaplar okunuyor.
Sonunda da herkes kendini, hayatına yansıyan zorlukların kökeninde çocukluğunu incelerken, yaşanmış olası travmaları ararken buluveriyor.
Bilinçdışına yerleşen ve yetişkinlik dönemini etkileyen, öncelikle akla geliveren şiddet, taciz, doğal afetlerin yanı sıra, basit ve masum görülen tutum ve davranışların etkilerini aramaya başlıyor.
İnsanoğlu dünyayı, kendisine bakanların aracılığıyla algılar. Çocukluğundan itibaren gördüğü aşırı korunma, değerli ya da değersiz olma, koşullu sevgi ve yergi ile kendini içine sıkıştıracağı kalıpları oluşturur.
Bugüne değin bilinçdışında kalan yaranın kabuğunu farkında olmadan kaldırınca, altında çocukluk döneminin yattığı, yetişkin yaşamının dolaylı da olsa çocukluk travmalarının izlerini taşıdığı görülür. Çocukluk döneminde ruhlarda açılan yaralar, yaşanan travmalar, görülmeyen sevgi, şefkat ve merhamet zamanla insanın kişiliğinin derinlerine yerleşir ve hayatı boyunca insanı yönlendirir. Yaşananların kader haline geldiğinin farkına varılamaz bile.
Bir gün gelip de bu yaralardan biriyle yüzleşince, içteki hassas çocuk uyanır ve insan kendini içinden çıkılmaz bir girdapta hissetmeye başlar.
Ta ki yaşamındaki seçimleri değiştirene kadar…
***
İlişkide bağımlılık ve narsistik kişilik bozuklukları, bunların dayandığı temelleri okurunun önüne seriveren bir kitap var elimizde.
“Gülseren Budayıcıoğlu”, -tıpkı diğer eserlerinde olduğu gibi- “Kral Kaybederse” adlı bu eserinde de yine insan ruhunun derinliklerine inmeyi başarıyor. Okuru; Kenan, Handan, Fadi ve kişisel gözlemleriyle insan ruhunun zihinsel güzergâhında bir yolculuğa çıkarıyor.
Başkahramanımız Kenan Bey uzun boylu, yakışıklı, iyi eğitimli, zengin, tüm kadınların kendine hayran olduğunu, tüm erkeklerin de kıskandığını düşünen narsistik kişilik bozukluğu olan biri. Gerçek sevginin, sadakatin, başkalarıyla paylaşmanın ve saygının ne olduğunun farkında olmayan, daha fazla kadının hayranlığını kazanmayı ve daha fazla kadınla beraber olmayı amaç edinmiş, kendini her çiçekten bal alabilecek arı sanan bir kişilik.
Bir süre önce boşanıp yeniden birleştiği Handan’la evliliği sürerken de çevresindeki kadınları etkilemeye çalışıyor ve sayısını bilmediği kadar birliktelik yaşıyor.
Gittiği kulüpte çalışan üniversite öğrencisi Fadi’yle de sevgili oluyor. Fadi çocukluğunda yaşadığı sevgisizliği ödünlercesine Kenan’a bağlanıyor. Yıllar geçerken Fadi’nin iş hayatına atılıp belli bir ekonomik ve sosyal konum elde ettikten sonra da süren birliktelikleri tam 10 yıl sonra, Handan’ın da olduğu ortamda yaşanan büyük bir kavga ile sona eriyor.
Esas öykü burada başlıyor. Fadi büyük bir ruhsal çöküntüyle psikologa başvuruyor. Bundan sonra Fadi’nin çocukluğuna ve buraya kadar dişiyle tırnağıyla verdiği yaşam mücadelesine tanık oluyoruz. Fadi bir süre sonra terapilere son verip başka bir kente taşınıyor.
Tüm kadınların etrafında pervane olduğu adam, gün geliyor yıkılmaz egosunun, Fadi’nin terk edişinden sonra yerle bir olduğunu görüyor. Bir kadın tarafından ilk defa terk edilen Kenan, kendini “avına av olan bir avcı” gibi hissetmeye başlıyor. Bunu kendine yediremeyence panik atakları artıyor. Çaresizlik içindeyken tesadüfen aynı psikologa başlıyor.
Seanslar sürerken dik kafalı davranmayı sürdüren, kral gibi yaşamayı seven Kenan bir süre sonra iflas ediyor. Kenan için “Paran varsa ne âlâ, ama yoksa tanımıyorlar seni.” (s. 257) dönemi başlıyor.
Kral kaybediyor ve yokları yaşamaya başlıyor.
Ta ki huzur evine yerleştirilinceye kadar.
Huzur evinde değişim geçirmeye, kendini anlamaya başlıyor, değerleri değişiyor. Etik dışı yaşamı ve düşünceleriyle okurun gözünde nefret uyandıran Kenan’ın davranışlarının acı nedenleri ortaya çıktıkça, okur peşin hüküm vermenin yanlışlığını düşünmeden edemiyor. Hatta kralın kaybetmediğini, asıl şimdi kazandığını düşünenler oluyor.
Kitabın sonunda biraz Türk filmi gibi bir sona ulaşıyoruz. Galiba okurun yufka yüreği burada ele geçiriliyor. Baştan beri kaşlarını çatarak bakılan karakterlere daha sıcak bakılmaya başlanıyor.
***
Oğuz Atay’ın deyişiyle; “Geçmiş aslında geçmezmiş efendim. Hep bir köşede yerinden çıkmak için geceyi beklermiş.”
Okur da, özellikle ilerleyen terapi sürecinde farkında olmadan kendi çocukluğuna iniyor. Anne ve babasının kendisine, kendisinin çocuklarına olan davranışlarını yeniden gözden geçiriyor. Toplumsal gelenek ve görenekleri, yoksulluğu, zenginliği, zor yaşam koşullarında ayakta kalabilmenin ne demek olduğunu yeniden sorguluyor. Hazine olarak sadece kendine sakladığı sevgi, saygı, sadakat, paylaşma gibi değerleri yeniden incelemek üzere, kalbinin ve ruhunun arka odalarında dolaşıyor. Velhasıl okur da sahip olduğu değerleriyle, kimliğiyle, geçmişiyle kendini masaya yatırma ihtiyacı duyuyor ve kendini anlamaya çalışıyor.
Elimdekinin iddialı bir edebiyat eseri olmadığını bilerek okurken, yazarın biraz uzattığı kanısıyla biraz sıkılmış, bir an önce bitsin havasına girmiştim. Bitirince yazara özür borcum olduğunu fark ediyorum.
Ve diyorum ki; okunması gereken bir kitap bu…
***
“Aslında herkesin çok özel bir hayatı vardır. İş, sıra dışı şeyleri yaşamakta değil, ne yaşıyorsan onu hissederek hayatı bir peri masalı gibi yaşayabilmektir.” (s.374)