Zaman, insan sayısının arttığı ama insanlığın azaldığı bir çağdan geçiyor. Herkes birbirine “insan ol” diyor ama kimse kendine sormuyor; ‘’Ben ne kadar insanım?’’
Saygıyı unuttuk. Çünkü önce kendimize olan saygımızı yitirdik. Peki, insanlaştıramadıklarımız sadece insanlar mı?
Yoksa sevgiyi, saygıyı, vicdanı da mı insanlaştıramadık?
Saygı, başkasına gösterilen bir davranış değil; insanın kendi varlığına duyduğu değerin dışa yansımasıdır. Kendine saygısı olmayan, kimseye gerçek anlamda saygı gösteremez. Çünkü özsaygı, empatinin de temelidir.
Kendini dinlemeyen, başkasını anlayamaz. Duygularını bastıran birinin, başkasının acısına dokunması mümkün değildir. O yüzden bugün empati yoksunluğu yalnızca bir karakter eksikliği değil, bir insanlık yorgunluğunun göstergesidir.
İnsan, önce kendi iç sesine tahammül etmeyi öğrenmediği sürece; başkasının sesine de kulak veremez. Zira aslolan insanlığımız, içimizdeki insan kadar değil midir?
Sevgi, artık en çok konuştuğumuz ama en az hissettiğimiz kelimelerden biri.
Herkes sevgi üzerine nutuk atıyor ama kimse sevmenin ne demek olduğunu hatırlamıyor. Çünkü sevgi, sadece bir duygunun değil; bir emeğin, bir sorumluluğun da adıdır.
Oysa biz sevgiyi süsledik, parlatıp vitrinlere koyduk. Sosyal medyada paylaştık, ama kalbimize koymadık. Birine “canım” demek kolaylaştı, ama gerçekten canı yanana dokunmak zorlaştı, öyle değil mi?
Samimiyetin ve vicdanın yerini gösteriş aldı. Gösteriş budalası insanlar yok mu çevremizde? Seviyormuş gibi yapanlar, üzülüyormuş gibi görünenler. Her şey bir “mış gibi” hâline dönüştü.
Oysa sevgi, gösterilmez; hissedilir. Gösterişin girdiği yerde, insanlık yavaş yavaş çekip gider.
Artık sevgiyi sadece insana değil, doğaya ve hayvana da göstermeye çalışıyoruz ama sadece göstermeye! Gerçekten sevmekten çok, “seviyormuş gibi görünmeye” meraklıyız.
Hayvanlara merhamet, ağaçlara saygı, doğaya duyarlılık. Hepsi güzel, ama hepsi birer fotoğraf karesine sıkışmış durumda. Bir sokak hayvanını sevip ardından çöpünü yere atan birini görmek şaşırtmıyor artık beni fakat çok üzüyor. Siz de aynı düşüncede değil misiniz?
Çünkü duyarlılığımız bile mevsimlik oldu. Mevsim geçince unuttuğumuz, fotoğraf silinince yok saydığımız bir vicdanla yaşıyoruz.
Oysa doğa, sadece güzel bir manzara değil, sessiz bir öğretmendir. Biz o öğretmene kulak vermeyi unuttuğumuz için, neyi kaybettiğimizi de fark edemiyoruz.
Ve belki de en kötüsü, doğayı değil, doğallığımızı kaybettik.
Belki de biz, insana değil; insanlığa yabancılaştık.
Kendi içimizdeki iyiye, vicdana, merhamete sırt çevirdik. Sonra da dünyayı suçladık, insanları suçladık, zamanı suçladık. Oysa kaybettiğimiz şey, hep biz değil miydik?
Yeniden insan olabilmek, büyük sözlerle değil; küçük davranışlarla başlar. Bir selamla, bir tebessümle, bir sokak hayvanına dokunmakla…
Çünkü insanlık, büyük ideallerde değil; küçük iyiliklerde yaşar.
Belki de insanlaşmak, yeniden utanabilmekte gizlidir.
Utanabilmekten, hissedebilmekten, empati kurabilmekten…
Ve eğer hâlâ içimizde bir yerlerde iyiye dair bir kıpırtı varsa, hâlâ umut var demektir.
O umut, belki de yeniden insan olmanın ta kendisidir.