Dün akşam, Eskişehir Şehir Tiyatrocularının sahnelediği “Cadı Kazanı” oyununu Haberes Genel Yayın Yönetmeni Ayhan Aydıner ile birlikte izledik. Basının yoğun ilgisi, salondaki enerji, Eskişehir Büyükşehir Belediye Başkanı Ayşe Ünlüce ve belediye meclis üyelerinin katılımıyla birleşince, daha perde açılmadan “bu oyun bugün şehirde bir karşılık bulacak” hissi doğuyordu.


Ama açık konuşayım: Etkileyici olan kalabalık değildi. Bizi asıl çarpan, sahnede adım adım kurulan o keskin hikâyeydi...
Arthur Miller’ın 1692 Salem cadı mahkemelerinden yola çıkarak yazdığı o meşhur metin, Eskişehir’in ortasında, usta oyuncuların performansıyla tekrar nefes aldı. Oyun, tarihte yaşanmış bir histeri dalgasının nasıl toplumu felç ettiğini, korkunun nasıl bir ideolojiye dönüştüğünü ve insanların birbirlerini gözlerini kırpmadan nasıl harcayabildiğini anlatıyordu.

Oyun bir dönem hikâyesi gibi görünse de bugünle öylesine iç içe ki, bunu bir an bile unutmuyorsunuz. Hikâye, birkaç genç kızın gizlice ormanda dans etmesiyle başlıyor. Kısa süre sonra bazıları tuhaf davranışlar sergilemeye başlıyor; bayılanlar, deli gibi görünenler… Kasabada panik hızla yayılıyor, suçlamalar çığ gibi büyüyor. Masum insanlar cadı olmakla suçlanır, toplumsal güven çöker, korku ve paranoya kasabayı sarar.

Kasabada bir kişi suçlandığında, onu savunanın bile bir sonraki hedefe dönüşmesi… Kimsenin “doğru nedir?” diye sormaya cesaret edemediği bir düzen…

İşte oyun tam da bu kırılma anlarını gösterirken, sahnedeki her karakter bir toplumsal refleksi temsil ediyor. Korkuyla hizalananlar, çıkar için susanlar, güç için suçlayanlar, yalnız kalanlar, yok edilenler…

Bu, he ne kadar tarihten bir kesit gibi görünse de neredeyse her dönem, her toplumun tanıdığı bir tabloydu.


Eskişehir Şehir Tiyatrocuları, bu ağır metni sahneye taşırken öylesine bir atmosfer ve tempo kurmuş ki, mahkeme sahnelerindeki kolektif öfkeyi izlerken kendinizi adeta Salem kasabasında gibi hissediyorsunuz.

Özellikle kalabalığın öfkesinin sahneye doğru yürüdüğü o an var ya… İşte orada seyirci olarak koltuğun sırtlığına yaslanma ihtiyacı hissediyorsunuz. Çünkü o sahnelerde organize şiddetin, aklın çöküşünün ve adaletin çıplak bir şekilde dağıldığı o keskin ânı görüyorsunuz.

Oyuncuların çaresizliği, öfkeyi, suçluluğu ve teslimiyeti aynı anda yansıtması gerçekten çok etkileyiciydi. Oyun bittiğinde salonda tek bir düşünce vardı: “Bu hikâye sadece Salem’in değil.” ......

Bugüne dönmeden bu oyunu konuşmak mümkün değil.
Cadı Kazanı, ister siyaset deyin, ister sosyal medya, ister toplumsal baskılar… Yalanın nasıl gerçeğe dönüştüğünü, bir söylentinin nasıl bir yargıya dönüştüğünü, toplumun “suçlu arama” ihtiyacının bireyi nasıl öğüttüğünü tarif eden zamansız bir metin.

Bazen bir kişi, bazen bir grup, bazen bir kelime hedef haline geliyor.
Ve o hedef bir kere seçildi mi, gerçeğin ne olduğuyla ilgilenen kimse kalmıyor.

Tiyatro, bazen topluma “kendine bak” deme biçimidir.
Dün akşam izlediğimiz “Cadı Kazanı” tam olarak bunu yaptı.
Bize, tarihten daha güncel bir şey hatırlattı.

Korkunun olduğu yerde adaletin sesi kısılır ve belki de asıl mesele, buna ne kadar alıştığımızdır.

Dün akşam sahnede izlediklerimiz; tarih ve bugünün kesişiminde, insan doğasının karanlık yönlerini gösteren zamansız bir dersti. Oyunu sahneye taşıyan tüm oyunculara, teknik ekibe, yönetmene ve Eskişehir’in sanat damarını canlı tutan herkese gönülden teşekkür etmek gerekiyor. Çünkü böyle eserler, bize hem geçmişimizi hem de bugünümüzü görme imkânı sunuyor.