“Dünyayı esrarlı yapan bir şey varsa, o da, insanın kendi içinde barındırdığı, ikiz kardeşi gibi birlikte yaşadığı bir ikinci kişinin varlığıdır.” (s.306)

İlk yayımlandığında zor kitaplar kategorisinde görülmüştü nedense. Kimileri sevmediğini, kimileri bir şey anlayamadığını söylemişti bu kitap için. Kimileri de hayranlığını dile getirmiş, sevgi çiçekleriyle donatmıştı övgülerini;

Nobel ödüllü yazarımız “Orhan Pamuk”un yayımlanan dördüncü ve en kıymetli romanı olan “Kara Kitap” hakkında.

Okuyanda iki uç noktada farklı duygular oluştursa da, Nobel komitesinin yazarın bu başyapıtının kendilerini en çok etkileyen kitabı olarak görmeleri dikkate değer doğrusu.

Çıkar çıkmaz Türk edebiyatının klasikleri arasında kendine yer açan Kara Kitap; belki en tuhaf, en özgün, en çok tartışılan, en çok eleştirilen ama incelenmeyi gerektiren romanlardan biri olarak yerini koruyacaktır.

***

Kitabın sayfaları arasında, bir gece 19 kelimelik veda mesajıyla kayıplara karışan, deliler gibi âşık olduğu eşi Rüya’nın peşinden, rastladığı her türlü delili araştırmaya, onu neden terk ettiğini anlamaya çalışan 33 yaşındaki avukat Galip’in, hüzün dolu arayışına ortak oluyor ve birlikte İstanbul sokaklarını arşınlıyoruz.

İnsanı zamanın İstanbul’unda somut bir tura çıkarıyor. İstanbul’un sadece bir mekândan ibaret olmadığını hissettiren, adeta bir canlı karakter olarak ele alan yaklaşımın kitabın özgünlüğüne sağladığı katkıyı da hemen fark ediyoruz.

Kitabın içine daldıkça, kendimizi ayrıntılı verdiği insan ve mekân tasvirlerinin hayal mi, yoksa gerçek mi ikileminde buluveriyoruz.

***

Kitabın kahramanı, eşinin üvey kardeşi olan ünlü köşe yazarı Celal de kayıplara karışınca, ikisinin birlikte olması şüphesine eşlik eden köşe yazıları içindeki işaretleri ve anlamları araştırma çabasına girişince olayın güzergâhı netleşmeye, bambaşka dünyalara dönüşmeye başlıyor.

Galip, Celal ve Rüya üçgeninde; büyük bir merakla aynı zamanda amcakızı olan sevgilisi/karısını arayışında kendisini çıldırma noktasına taşıyan, rehin alındığı ve çok iyi bildiği İstanbul mekânları arasında mekik dokuyarak ve monologlarla giriştiği gerçeklik arayışına tanık oluyoruz.

Sanki görünmeyen bir elin yönlendirdiği, çok sevdiği karısını arayan adamın, Celal-Rüya birlikteliği ihtimalinin yarattığı paranoyalarıyla yol alıyoruz. Galip’in kendi kimliğini, kim olmak istediğini, hayatın görünenden çok görünmeyen anlamlarını keşfetme yolculuğuna eşlik ediyoruz.

İstanbul’un sokaklarında süren bu arayışın, kimi zaman kurmaca, kimi zaman gerçek bir işaretlerle bezenmiş Celal’in köşe yazılarının içinde sürdüğünü görüyoruz.

Kitabın karmaşık olarak nitelendirilmesinin en önemli nedenin de, olayların akışına ara verdirten ama bir yandan da olayların akışına yön veren Celal Salik’in köşe yazılarının sırayla bölümler halinde sunulması olduğunu anlıyoruz.

***

Orhan Pamuk’un eserlerinin vazgeçilmezi olan mistisizm, bu kitapta kendini “hurufilik” olarak gösteriyor. Celal’in köşe yazılarında yer bulan,  Mevlana’dan Hurufiliğe, Attar’dan Poe’ya, Bin Bir Gece Masalları’ndan Hüsn-ü Aşk’a kadar geniş bir yelpaze ve detaylarla süslenen, iç içe geçmiş çok katmanlı öyküler, tekdüze olmaktan çıkardığı anlatıma geniş bir boyut kazandırıyor.

Kitabın özgünlüğüne en büyük katkıyı, öykülerde varlık bulan Doğu ve Batı referansı olmuş galiba.

***

Yazar, kitabında ele aldığı kimlik bölünmesi, ben-öteki sorunsalı, yabancılaşma, eşya ve harflerin var olan dili, bu dilin metaya dönüşmesi, insanın salt kendisi olup olamadığı gibi konuları, karısı tarafından terk edilen âşık bir adamın hikâyesiyle birlikte okuyucunun kafasına kök saldırtarak anlatmayı başarıyor.

Okuyucu, farklı zaman ve konuları içeren “öyküden öyküye gezinti” yaparken; Galip’in Celal’in yerine yazarak Celal’leşmesinin alt nedenlerine ulaşıyoruz. İnsanın “kendisi” olamamasına karşı yürüttüğü yakarışla başlayan iç dünyaya yapılan yolculuk, aranan şeyin yine “kendisi” olduğunun anlaşılmasıyla son buluyor.

Galip bilmeden, kıskandığı Celal’de var olan özgüveni ve özveriyi arıyor.

Kendini ararken de kendinden kayboluyor.

***

Gizemlerle dolu, soyut, mistik, iç monologlarla donanmış zor bir roman var elimizde. Birçok dile çevrilmiş, dünya edebiyatçıları arasında yer bulmuş yazarına en büyük ödülü kazandırmış; hakkındaki aykırı düşünceye rağmen alkışı hak eden bir roman.

Değerli bir çabanın ürünü olduğu her sayfasından belli olan bu donanımlı eser, -okunması zor da olsa- okunmayı kesinlikle hak eden bir eserdir.

***

"Hafızanın bahçesi çoraklaşmaya başlayınca, insan elde kalan son ağaçların ve güllerin üzerine şefkatle titrer. Kuruyup gitmesinler diye, sabahtan akşama kadar onları sulayıp okşuyorum: Hatırlıyorum, hatırlıyorum ki unutmayayım!" (S. 27)