“Her şeyden korkuyorum ben: karanlıktan, gök gürültüsünden, örümcekten, hamamböceğinden; tüm hayvanlardan, insanlardan; annemi, onun sevgisini yitirmekten, babamın akıllı kızı olamamaktan, onun Kaf Dağı’nın ardındaki sevgisine ulaşamamaktan…” (s.210)

***

Yazarlar, kitaplarının geniş kitlelere ulaşmasını, yazdıklarının okunmasını, okuyanlarda iz bırakmasını ister. Ülkemizde bunu başarabilen yazar sayısı az değildir. Bunlardan biri de Canan Tan’dır.

Canan Tan, yazarlığının 25. yılında  ‘mekânın sahibi geldi’ mesajı verircesine, yeteneğini yeni öykü kitabıyla taçlandırırken, okurlarını da bir okuma ziyafetine davet ediyor.

***

“Önce Sen vardın” roman tadında bir öykü kitabı.

Öykülerin kurgularındaki, karakterlerin çizimindeki özeni fark etmemek mümkün değil.

Evet, Canan Tan’ın öyküleri genellikle hüzün bulutlarıyla kaplıdır. Ancak okurken, hüznün doğasında var olan rahatlatıcı, ruhu okşayan taraf siniveriyor insana. Hüzün ile huzur arasında gelgitler yaşatıyor okuruna.

Öykülerde ağırlıklı olarak “veda” teması işlenmiş; sevdiğin birine, aşka, aşığına, babaya, anneye, eski bir sevgiliye, hayata veda…

Birilerinin birilerine, bazen de birilerinin bu dünyaya vedası…

Vedalarda da insana düşen sorumluluklar olduğunu hatırlatmadan edemiyor.

Ağırlıklı olarak kadın kahramanlarla/karakterlerle örülmüş öykülerde erkek kahramanlar da var elbette. Kadın dünyasında debelenen erkekler…

Yazar, ‘sevgi’yi merkeze koyduğu öyküleriyle, bizlere gerçek yaşamdan kesitler sunuyor.

***

İnsan öykülerin içindeyken, büyük bir binanın farklı odalarında gezer gibi hissediyor kendini.

“Sev seni seveni yer ile yeksan olsa, sevme seni sevmeyeni Mısır’a sultan olsa.” (s.13) sözünün ışığında, ölüm yatağındaki eski sevgiliye uzanan Filiz’in eli oluveriyorsun.

Eşinin kaybından sonra, anılarla dolu eski eşyaların temizlenmesi sırasında, Lütfiye hanımla birlikte eski bir battaniyeye sarılıp dünyaya veda ediveriyorsun sanki.

Unutulmuş üniversite aşkıyla yıllar sonra karşılaşan bir babanın, yaşadığı hayal kırıklığına tanık olunca, tıpkı onun gibi bu dünyada sahip olduklarına daha sıkı sarılma isteği duyuyorsun.

Anne babası ayrıldığı için sık göremediği babasının ölümüyle derinden gelen özlemin “Sızı”sı çörekleniyor yüreklere.

Zamanında mahcubiyetten söylenemeyen aşkın, izleri yıllar sonra Paris’e ulaştığında,  “Zamanında söylenmemiş, bundan sonra da asla söylenmeyecek o şarkıların notaların yeri, benim yüreğim. İzin ver, bende kalsınlar…” (s.73) satırlarıyla, bazı aşkların derinlere gömülüşüne tanık oluyorsun.

Öldürdüğü “Akrep”le birlikte hayatı kararan Harranlı Zeyno geline ağlıyorsun.

Eşini kaybeden kadınla şöminenin başında, “Ateş Külden Daha Soğuk” dedirten ruhsal bir soğukla titriyorsun.

Birlikte olunan ve evli olduğu bilinmeyen adamın çocuklarının “Babamı Bana Geri Ver” nidaları çınlıyor kulaklarda.

Kızı yaşındaki koriste âşık radyodan emekli müzik hocası Vecihi’yle, “Aşktı içini kavuran duygunun adı! Ama biraz geç çalmıştı kapısını…” (s.113) diyerek bir tatlı tebessümle donanıyorsun.

Sevgililer Günü’nü tek başına geçirirken, yalnızlığını internette paylaşan kadının, tanıştığı adamın ölen sevgilisine olan bağlılığını öğrenince, dünyaya bakışının değişmesene tanıklık ediyorsun.

***

Yaşlı anne Kevser hanımın uzaklara giden oğullarına olan özlemine ortak oluyor; ölmüş bir kadının kendi, cenazesiyle ilgili izlenimlerini okuyorsun.

Önce teyzesine, sonra da istemeden ölümüne neden olduğu dizi sanatçısına delicesine âşıkken deliren Recep’e kızıyor; kızıl perçemli şanssız kuaför çırağı kıza üzülüyorsun.

Ünlü kadın köşe yazarına musallat olan yaşlı ve yapışkan hayrana kaşlarını çatıyorsun öfkeyle.

Okutulmayıp genç yaşta evlendirilen, eşi ölünce hemen başka kapıya tapulanan ama ilk kocasından olan kızının üzerinde yakaladığı ikinci kocasını öldüren, töre diyerek hayatının akışı değiştirilen kadının “namusumu temizledim” ifadesiyle irkiliyorsun.

Kısırlık olgusunun erkek kusuru olabileceği düşünülmeden, kadınların “körocak” olarak yaftalanmasını ve bu anlayışın çok eşli evliliklerinin yolunu açtığını anlıyorsun.

Yurtdışına iş gezisine giden ve kendisini aldatan eşini, ettiği yeminle ölünceye kadar tedirgin eden kadının ruh halini paylaşıyorsun.

“Parayla satın alınan şeyler, sevgiyle sunulmadıklarında minik yürekleri asla ısıtamazlar.” (s.209) -sözüyle gönlümü çalan ve en beğendiğim bu öyküde- anne ve babasının bencil yaklaşımları, eşinin ilgisizliğiyle döşenmiş bir yolda ölümü kurtuluş gören kadına üzülüyorsun.

Annesinin kız çocuğu doğurdum diye ömür boyu süren sitemini ve baskısını kendi hayatına sindirmiş bir kızla tanışıyor, toplumdaki çağdışı bakışlara kızıyorsun.

***

Her öyküde ayrı bir etkilenme yaşanıyor. Tan’ın kahramanları çevremizde var olan insanlardan seçilmiş; o kadar gerçek, o kadar tanıdıklar ki…

Hepimizin başından geçebilecek konular ve kişiler var öykülerde. Özellikle başında aşk bulutları dolaşanların psikolojilerinin resimlerini çizercesine topladığı birikimleri bir hayatın özetini aktarırcasına yerleştirmiş öykülerine.

Kadınların sorunları ve kadın özgürlüğü çizgisinde bir yolda ilerlese de arada bir erkek kahramanların sorunlarını da ele alıyor.

Kısacası Canan Tan’ın öykülerinin bu kadar okunmasının baş nedeni, kitaplarında var olan hayatın kendisidir.

Fazla edebiyat parçalamaya gerek duymaksızın bir kadın kalemiyle, yine bir kadın penceresinden, çoğunlukla kadın dünyasının sunulduğu Canan Tan öykülerini gerçekten beğenerek okuyacaksınız.

***

“Ağlamaktan korkma yavrum!

İnsan yeri geldiğinde ağlamayı bilmeli…

Ağlamak, ruh ve bedenin, yolunda gitmeyene verdikleri ortak tepkidir!” (s.100)