“Yaşam ağlamaya değmeyecek kadar saçmadır.” (s. 75)

Kim olursak olalım, nereye ait olursak olalım edebiyat, hayatımızın bir noktasında bizleri diğer insanlara yakınlaştırabilir ya da yollarımızı kesiştirebilir.

Tam yukarıdaki gibi düşünceler gelişmişken zihnimde; ağır anlatımlı, hacimli konularıyla yorgunluk yaratan bir okuma yolculuğunun arasına mola diye almıştım “Ahmet Ümit”in “Sis ve Gece” adlı eserini.

Okudukça ve olayların akışıyla meraklandıkça biraz yordu ama yazarının akışkan dili, hızlı kurgusuyla yağ gibi kaydı ve bitti. Ve anladım ki, benim düşüncemi destekleyen bir kitap var elimde.

Son yıllarda Ahmet Ümit’in sıkı bir takipçisi oldum galiba. Yazarın eserlerini okumak benim için bir ihtiyaç haline geldi.

Yeni çıkan kitaplarını anında alırken, eski kitaplarını da okuma serüvenimin arasına sıkıştırıyor, dönem dönem kendimi değerli yazarın kitap sayfaları arasında buluveriyorum.

Polisiye, gerilim falan desek de, yazarın her kitabında okura farklı bir şeyler anlatmak istediğini düşünenlerdenim.

Her ne kadar Ahmet Ümit ağırlığı taşıyan birçok kitabından sonra okumuş olsam da, yazarın parlak kariyer kapısını açan kitapların başında gelen eseriymiş. Elimdeki “Sis ve Gece” yazarın ilk kitabıymış. Ben pek bulmasam da sonraki zamanlar içinde kalemine etkisi olan, yazdığı beylik kitaplarında baş gösteren, imzası niteliğindeki tüm temaları bu eserinde bir bir işlediği söyleniyor.

***

Kitapta ne bulacağız diye sorarsanız bir üçlemeyle cevap vereyim:

Yasak aşk, şüphe ve suç…

Arka planında aynı anda iki kişiye bölünen bir kalbi, duyulan aşkın derecesini, insanlara güvenmenin sınırlarını sorgulatan bir olay örgüsüne sahip…

Olay kitabın kahramanı Sedat’ın gözünden aktarılıyor. Kahramanımız Sedat’ın yanı sıra amcası İsmet, sağ kolu Mustafa, sevdiği karısı Melike ile ikiz kızları, aşkı Mine, ölen arkadaşı Yıldırım, Madam ve engelli kızı Maria, örgüt üyeleri Fahri ve Sinan, Cuma ve diğerleri… Bu kadar geniş bir skalaya yayılmasına rağmen konudan sapmadan anlatılabilmiş. Tabii ki bunu da Ahmet Ümit’in yalın ve kolay anlaşılır dili sağlıyor. Deyim yerindeyse sinema filmi tadında bir kurgusu var. Böyle olunca bizim sinemacıların dikkatini çekmemesi mümkün değil elbette.

Bu arada kitapta akıcı bir şekilde anlatılan, karakterlerin yaşadıkları hesaplaşmalar, pişmanlıklar, arayışlar üzerinden kişisel varlık ile yokluk arasında sıkışıp kalmanın ne demek olduğunu da izliyoruz. Kahramanımız bir arayış içinde ama bu arayışın sevdiği kadına mı, yoksa kendi benliğine mi yönelik olduğu tartışılır.

Eser 2007’de filme alınmış zaten.

***

Sedat, çeşitli bölümlerde sürekli tartıştığı amcası sayesinde işe girmiş bir istihbaratçıdır. En yakın arkadaşını kaybettiğinden beri, savunduğu düzen ve kaynamakta olan teşkilat içinde amansız bir yabancılaşma yaşamaktadır. Sevdiği, kendisini seven bir eşi ve ikiz kızlarının varlığına rağmen savruluşlarıyla kendini bir yasak aşkın içinde bulmuştur. Mine kendi evlerinin üst katındaki ailenin ressam kızıdır. Aşklarını yaşadıkları evin sahibi, zihinsel engelli kızı ile yaşayan alt kattaki Madam’dır.

Bir süre sonra yasak aşkının örgüt üyesi bir kişiyle ilişkisi başlayınca araları açılır. Sedat, aşkının aşkı tarafından düzenlenen bir suikast girişiminde çıkan çatışmadan yaralı kurtulur. Çatışmada kendisine saldıranlardan birini vurmuş, kimliği belirsiz diğeri yaralı kaçmıştır. Aynı zaman dilimi içinde Mine de ortadan yok olur.

Olay örgüsündeki düğüm de burada başlar. Artık ölü ya da diri Mine’yi arama macerası başlar.

Kurguya Mine’nin âşık olduğu örgüt üyesi Fahri’nin en iyi dostu ve hapishane arkadaşı kitapçı girer. Böylesi taşlı, çakıllı yollardan geçmiş birinin Sedat’la olan sohbetini adeta itiraf aşamasına taşımasını, polisiye kurgu açısından yadırgasam da simitçi rolüyle olaya dâhil olan Cuma’nın sorgusuyla birleştirince bir anlam çıkarabildim.

Suikast girişiminin örgüt için değil, ölen Fahri’nin Mine’ye olan aşkı ve Sedat’ın kendisini ortadan kaldıracağından şüphelenerek yapması, ne derece profesyonelce kurgulanmışsa, bu kurgunun çözümü de o derece basitçe gerçekleştirilmiş.

Sonuna yerleştirilen sürpriz, nedense bende pek heyecan yaratmadı. Galiba Ahmet Ümit’ten daha büyük bir karmaşa ve balon bir sürpriz bekliyordum. Sonu önceden belliydi hissiyle bitirdim kitabı.

***

Ahmet Ümit olayları anlatırken çevreyi, karakterleri ve ruh hallerini öne çıkaran bir yazardır. Bu becerisini bu kitabında da yerine getirdiğini görüyoruz.

Diğer kitaplarındaki kurgu ustalığına ve edebi varlık taşıyan kalemine göre, zaman zaman sayfa aralarından acemi yazar döneminin sırıttığı görülse de, polisiye sevenler tarafından okunması gereken bir kitap olduğuna inanıyorum.

Kitabın rahatsız edici (söyleyecek sözü kalmayan günümüz siyasilerinin ana malzemesi olan) “her solcu bir teröristtir” bakışını, kahramanının teşkilatçı dilinden anlatıldığı için mazur görmeye çalışsak da, başvurulan kahramanlık edebiyatı, kitabın edebi yanına zarar vermiş. Sonuçta bunlar birer eksik gibi görülse de; kitabın üslubu, dilin sadeliği ve akıcılığı, sıkıcılıktan uzak olması, kadro kalabalığına rağmen olayların basitçe akıyor olması affa mazhar oluyor. Yazarının adıyla bile kitaplıkta yer alması gereken bir kitap olduğunu söyleyebilirim.

Tüm polisiye kitaplar okunup bittiğinde okurdan beklenen “aaa ne acayip bitti” repliğini söyletmese de, okunabilir bir kitap var elimde.

***

“…bu kadın beni seviyor. Hep de sevdi. Ya ben?  Ben de sevmiştim. Şimdi? Şimdi de seviyorum. Peki Mine? O başka! Sanki sevgi değil de, nefretle isteğin iç içe geçtiği bir duygu. Karmaşık bir şey…”