Tam iki hafta geceli gündüzlü evinden barkından ve çok sevdiği hanımından uzak kalmıştı. İstanbul’un o binbir sefa dolu gecelerinde, havuz başı sohbetleri ve İstanbul’un beyefendileri ile geçirmişti bu iki haftayı. Dönemin paşaları ile demlenip musikinin en derin sohbetlerinde birlikte olmak mutluluk vericiydi.

Bu iki haftanın sonunda yorgun argın ve bitkin vaziyette evine dönmüştü Ahmet Rasim. Evliydi. Elbette ki en sıcak yeri, evinin hayalini kurarak gelmişti eve. Kapının tokmağını daha kaldırmadan açılıvermişti. Karısı gözlerinin içine hürmetle ve özlemle bakarak buyur etmişti. Karısının kendisine gösterdiği hürmet ve müsemma karşısında sanki daha sabah evden çıkmış akşam dönmüş gibi bir halde hissettirdi kendini. Ne istediyse sanki önceden söylenmiş gibi hemen hazır oluyordu. Banyosundan temiz çamaşırına kadar hatta çilingir sofrasına kadar her şey özenle hazırlanmıştı.

“Bu kadar sabırlı ve hürmetkâr kadın, şaşılacak şey” diye düşünmüştü Ahmet Rasim. Hatta artık kendi kendine “Evine gelmesini öğren, ayıptır Rasim” diye de hayıflanmıştı. Rasim Bey sohbeti açıp neyi ve kimi sorduysa da aynı hürmet ve titizlikle cevabını almaktaydı.

Çilingir sofrasında oturmuş hafif hafif demlenirken birden bire konağın kapısı çalar. Rasim Beyin yüreği oynar. Gayri ihtiyari kulak kabartır. Bir erkek sesi ve karısının ayak sesleri merdivenlerde yankılanır. Daha karısının söz söylemesine fırsat vermeden “Kim geldiyse yok de hanım” der.

Hanımı “Muhtar Paşa’nın kâhyası gelmiş bey sizi isterler” demeye kalmadan “Yok de hanım” diye seslenir fakat o sırada ses aşağıdan duyulmuştur. Ahmet Rasim Bey bu durumdan mustarip “Kendisi kıramayacağım biri, gitmezsem ayıp olur” der ve hazırlanır. Karısının yardımıyla elbiselerini ve ayakkabılarını giymiş tam çıkacakken, o ana kadar hep ‘siz’ diye hitap eden hanımı “Sakın geç kalma erken gel bey” der.

Paşanın evindeki eğlence üç gün üç gece sürer. En güzel ikramların ve muhabbetin olduğu üç koca gün boyunca Ahmet Rasim Bey’in aklı ve fikri bugüne değin hiç olmadığı kadar evinde ve karısındadır. Karısının “Sakın geç kalma erken gel” cümlesi sürekli kafasında döner ve diliyle de mırıldanır. Üçüncü günün sonunda Ahmet Rasim bir kenara çekilir ve sürekli mırıldandığı karısının o son sözünü güfteye çevirir. O güfteyi kendi ruhsal dünyasında da melodilere döker.

O gece paşanın konağına yeni misafirler gelmeye başlamıştır. Birçoğu da musiki ustasıdır. Hemen hepsi tanıdığı bildiği üstatlardı Ahmet Rasim’in. Sofra açılır ve Ahmet Rasim masada, “Bu akşam size kendi hayatımın parasından doğan yeni bir besteyi taktim etmek arzusundayım. fakat öncelikle bu şarkının hikâyesini anlatmak isterim.” Karısının o asil hareket ve hallerini çok kuvvetli bir şekilde anlatır ve çıkarken kapıda sarf ettiği son sözü söyler. Gözleri buğulanmış ağlamaklı bir şekilde yakın dostu Tatyos Efendi’ye döner, “Sen üstatsın benim duygularımı notaya dökebilirsin. Ben sana tahayyül ettiğim melodiyi mırıldanayım sen de yeniden yarat” der. Ve başlar mırıldanmaya.

Bu akşam gün batarken gel

Sakın geç kalma erken gel

Tahammül kalmadı artık

Sakın geç kalma erken gel

Tatyos Efendi hemen orada notaya alır ve gelen üstatlarla bu yeni beste çalınır.

Ahmet Rasim Bey gözlerinde yaşlarla defalarca şarkıyı meşk eder ve günümüze kadar aynı şekliyle gelir.