Yıllar önce Yeni Zelanda’nın başkenti Wellington’da antropoloji uzmanı olarak görev yaptığım hastaneden eve dönerken, yoluma bir köpek çıkmıştı. Hiç unutmam, bana bakışıyla, tavırlarıyla, onu ne kadar terslesem de asla vazgeçmeyen bir ısrarla, sahiplenmem, eve götürmem, hiç biri olmasa da o günlük yiyeceğini bulmam konusunda bana yalvaran gözlerle bakmıştı. Umursamadım. Yaya olarak gidebileceğim evime, sırf onun yüzünden bir taksiye binerek gittim. Taksinin arka camından baktığımda sanki “ben sana gösteririm” der gibi bir edayla, ya da tam tersinden düşünelim, müşkülpesent bir edayla sanki tüm umutları tükenmiş bir köpek bakışıyla egzozundan dumanlar çıkan taksiyi takip etmişti.

Üzerinden 30 yılı aşkın zaman geçti. Ama ben o köpeğin sol patisini kaldırıp arkamdan ağıt yakan duruşunu hiç unutmadım. İçimde garip bir merhamet duygusu gelişti. Gelişmekle kalmadı serpildi, saçaklandı, ruhumun dipli köşeli her bir noktasını sarıp sarmaladı. O yüzden ben merhametli bir insanım. İnsanları yargılamam, mahkûm etmem, onları anlamaya çalışırım. Bunu bir yeti olarak kabul etmeme ve bu yetiye sahip olduğuma inanmakla birlikte, bu duygunun yani merhamet duygusunun herkese açık olmasının tamir olunmaz hasarlara neden olabileceğini de anlamış bir yaştayım. O nedenle merhametsizliğin de merhamet kadar kutsal ve insan ruhunda yeri olan bir duygu olduğuna inanırım. Demek ki, sahip olduğumuz iyi duyguları, hak edenlerle paylaşmalıyız. Hak etmeyenlere karşı iyi duygular beslemek ve göstermek zorunda değiliz.

Uzun zaman sonra memleketime döndüm, Eskişehir’e. Yeni Zelanda’dan emekli olmuş bir antropoloji uzmanı olarak, tahmin edersiniz ki, iyi bir emekli maaşım var, çalışmak zorunda değilim. Ayhan Aydıner’le bir dost meclisinde tanıştık. Kallavi isimler vardı. Ne siz sorun ne ben söyleyeyim. Bana yeni kurduğu haber sitesinde yazı yazmamı önerdi. Önceleri garipsedim ve yadırgadım. Daha samimi olayım mı, küçümsedim. Ancak sonraki günlerde, Eskişehir yerel basınını daha yakından takip edip, müptelası olunca, buradaki yerel basının etki, yetki ve güç anlamında hiç de öyle küçümsenecek bir noktada olmadığını anladım. Sonra oturup Ayhan Aydıner’le yeniden buluştuk. Neler olup bittiğini, onun benden neler istediğini, benim ona nasıl yardımcı olabileceğimi konuştuk. Fark ettik ki çok fazla ortak noktamız var. Bu birliktelikten iyi şeyler çıkabileceğine her ikimiz de inandık.

Ve işte şimdi ilk kez karşınızdayım. Bilgisayar başına geçip ne yazacağımı şaşkın şaşkın düşünerek geçirdiğim iki günün ardından huzurunuza çıkmış bulunuyorum.

Ayhan Aydıner’e ilk yazımın konusunun ne olabileceğini sordum. Şehir gündemindeki sıcak konuları, pandeminin dışında tabi. Birkaç noktaya işaret etti. Bana hiçbir şekilde müdahale etmeyeceğini, ancak benim de insanların kişisel hak ve hürriyetlerini zedelememem konusunda dikkatli olmamı rica etti.

Bu anlamda kendime konu bulabilmek için yerel televizyon kanallarını izlerken, tam da içinde bulunduğum hale uygun olduğunu düşündüğüm bir yayınla karşılaştım. Yanlış hatırlamıyorsam, Gazeteciler Cemiyet Başkanı bir bey, sayıları giderek çoğalan internet haber siteleri ile ilgili konuşuyordu. Onlardan şikayet ediyor, dert yanıyordu. Benim de yeni yazı yazmaya başladığım bir mecradan söz ediyordu, ilgimi çekti. Bu kişi, (adını hatırlamıyorum) ancak karşısındaki modülatör, her seferinde “Genel Başkan” diye hitap ediyordu ve ben, bir genel başkanın neden Eskişehir’deki yerel internet haber sitelerine boyuna geçirip durduğunu merak etmiştim.

Bu kişi diyordu ki;

“Bu internet haber siteleri iş adamlarını ya da siyasetçileri tehdit ediyorlar. Paralı reklam alırlarsa lehine, almazlarsa aleyhine haber yapıyorlar.” Bir genel başkanın bu şekilde konuşması dikkatimi celp etmesine karşın, bir kişinin bir kurum ya da kişiyi başka bir kişi ya da kurumu tehdit ettiği iddiasında bulunmasının hukuki bir değerlendirmeye tabi olduğunu düşündüm. Bir nevi, internet haber sitelerinin “şantaj” yaptıklarını iddia ediyordu. Bu ithamların hem söyleyeni hem de o sözleri ekranlarında yayınlayan televizyon kanalını bağladığını düşündüm. Kim kimi tehdit etmiştir, eğer bu konuda elinde yeterli bilgi ve belge varsa, ya da birileri çıkıp “evet beni tehdit ettiler” diyorsa, gereken yapılır. Ancak tümden gelip boşluğu döven hipotezlerin karmaşık yapısı içinde “çamur at izi kalsın” minvalinde söyleniyorsa bu sözler, yanlıştır.

Sonra bu genel başkan, başka bir konuya geçti. Derneğe (hangi dernek onu da anlamadım ama) son üye olan bir şahsın, kendi kurduğu kurumun basın kartını iş adamlarına sattığını söyledi. Evet, resmen “sattı” kelimesini kullandı. Satmak nedir? Para karşılığında vermek değil midir? Yani bu kişinin, o da kimse, para karşılığında iş adamlarına basın kartı sattığını iddia etti. Sonra da ekledi;

“Ben o kişinin ismini açıklamam, bana yakışmaz. Ama yetkili mercilere durumu bildirdik…”

Bu şekilde öznesi belli olmayan iddialarda bulunmak yakışıyor ama isimleri açıklamak yakışmıyor, bu işte bir terslik var.

Şimdi bir şehrin Gazeteciler Cemiyet Başkanı (neyin genel başkanı onu hala anlamış değilim) o şehirdeki tüm basın kuruluşlarını ve çalışanlarını ağır bir itham altında bırakıyor. Muhtemelen diyecektir ki, “ben onu kast etmedim, o gazeteyi veya bu internet sitesini demedim. Onlar kendilerini biliyorlar…”

Onlar kendilerini biliyor olabilirler de, kamuoyunu ne yapacaksınız? Medya ve görsel yazılı basını böyle bir töhmet altında bırakmak “Gazeteciler Cemiyeti Başkanı”nın yapacağı bir şey midir?

Anlamadım, içinden çıkamadım. Hayatının 5’te 4’ünü okyanusun bir diğer ucundaki ülkede geçiren bir Türk vatandaşı olarak, aval aval çevreme bakındım ve en doğru şeyin bunu yazmak, gündeme taşımak olduğuna kanaat getirdim.

Merakla bekliyorum, bakalım neler olacak?