Bugün bir atölyenin içinde, ahşabın esanslı kokusu ve ince bir zımpara sesinin eşlik ettiği dingin bir atmosferde buluyoruz kendimizi. Bu dünyanın merkezinde, Lutiye Kâmil Gül, yıllardır ahşabı sese dönüştüren bir sanatkâr olarak çalışıyor. Orient Valley markasının kurucusu olan Lutiye Kâmil Gül, hem geleneksel Türk çalgı yapımına olan vefasını hem de modern bir vizyonu aynı potada eritmeyi başarmış bir isim.
Bize biraz kendinizden bahseder misiniz? Nerede doğdunuz, nasıl bir çocukluk geçirdiniz?
1977 yılında Aydın/Kuyucak’ta doğdum. Ege’nin samimi ve üretken insanlarının içinde büyüdüm diyebilirim. Aydın Dağları’nın eteklerinde yer alan köyümüzde çiftçilik yapıp, yaylalarında hayvancılıkla uğraştık. Babam Şevket ve dedem Ali, eski zaman düğünlerinde keman icra eden, yörede hatırı sayılır iki müzisyendi. Ne yazık ki her ikisi de benzer kaderleri paylaşarak, birbirine yakın yaşlarda hayata veda ettiler. Bu durum, evin, tarlanın ve hayvancılığın yükünü tamamen kadınlarımızın omuzlarına bıraktı; hayat mücadelesini onlar yalnız sürdürdü.
Bugün sahip olduğum her değerde en büyük pay, cennet mekân babaannem Cemile Gül’e aittir. Daima minnetle ve saygıyla yad ettiğim babaannem, iradesi sağlam, özü sözü bir insandı. Nasihatlerindeki haklılık zaman geçtikçe daha da kendini hissettirmiştir hep. Annem Ayşe Gül ise, babaannemin o sarsılmaz duruşunun yanında, daha mütevazi ve merhametli yapısıyla baba ocağının yuva sıcaklığı ve hassasiyetini hala devam ettirir. Evlatlarının üzerinde koldur, kanattır. Büyüklerim cefakâr analarının temsilleridir. Doğaya, insana ve emeğe saygılı; ahlakı, sabrı ve zarafetiyle örnek Anadolu kadınlarındandır. Çocukluğum böyle bir aile içerisinde müzikle, tabiatla iç içe geçti.
Müzik aletlerine olan ilginiz nasıl başladı? Sizi yönlendiren veya örnek aldığınız biri oldu mu?
Yıl 2004 olduğunda, ilk oğlum olan Şevket Cihan’ımızı kötü bir hastalık neticesinde kaybettik. Beni çalgı yapımcılığına iten sebepler arasında oğlum en önemli etken olanı diyebilirim. O tarih diğer tüm faaliyet ve ilgi alanlarımdan uzaklaşıp atölyeye kapandığım ve çalgı yapımcılığına başladığım tarihtir. Evde başlayıp, kıymetli büyüğümüz Ahmet Sefer Koçer hocamın atölyesinde devam eden lutiyelik yaşantımda bugün saygıdeğer Ender Göktepe ud yapım alanında örnek aldığım emsalsiz bir lutiyedir.
Ailenizin bu süreçteki rolü nedir?
Bu sanata evimin bir odasını gasp ederek başladığım da, eşim Fatma Gül’ün sabrı, bugünlere kadar hiç ara vermeden devam eden yardım ve desteği ile günümüzde küçük oğlum Seyhan’ımın yanımda duruşu ve bu genç nefesten aldığım güçle bugünlere geldi. Ve geleceğe ilerliyor. Orient Valley’deki üç laleli logomuz, aslında onların emeğini ve desteğini de simgeliyor bir anlamda. Bir usta olarak elimde şekillenen bu sanat ailemin desteğiyle kökleniyor.
Orient Valley markasının doğuş hikâyesi nedir?
Tunus asıllı olup, ud ve tasarımları üzerine bir müddet birlikte çalıştığımız Mühendis Aymen Rahmani’nin önerisi ve Orient Valley isminin coğrafi olarak bulunduğumuz coğrafyayı kastetmesi bu markada karar kılmama sebep oldu. Logosundaki lalelerin ise mitolojik ve tasavvufi anlamları olmasına karşın bendeki manası, üç aile bireyini temsilen oluşturulmuştur. Farklı boyutlarda üç adet lale şeklinde resmedilmiştir.
Atölyenizde hangi çalgıları yapıyorsunuz? Talepler genelde hangi ülkelerden geliyor?
Atölyemizde ağırlıklı olarak ud, kanun, lavta, tambur, bağlama ve bu çalgılara ait çeşitli elektro ve elektro-akustik modeller üzerinde Orient Valley markasıyla faaliyet gösteriyoruz. Üretimimiz sınırlı sayıda ve tamamen el işçiliğiyle yapılıyor. Çünkü nicelikten çok niteliğe inanıyorum. Orient Valley Perküsyon adı altında vurmalı sazları da listemize eklemek üzereyiz. Ve theorientvalley.com sitesi üzerinden sanatseverlere hizmet vermekteyiz. Orient Valley, artık hem Türkiye’de hem de uluslararası ölçekte tanınan ve yüksek kalite çalgılar üreten bir marka oldu. Talep, Orta Doğu ülkeleri, Avrupa ve Amerika başta olmak üzere dünya çapında olmaktadır.
Sizce iyi bir lutiye olmanın sırrı nedir?
İnsanın doğaya hükmetmesi mümkün değildir; onunla sadece iş birliği yapar. Her aşamada, yapılan işin kullanılan malzemenin doğasını anlamak, onunla uyum içinde çalışmayı gerektirir. Bir lutiye işin hakkını vermelidir. Bu aynı zamanda insanın işini düzgün yapması ile alakalı bir durumdur. Ahlakla başladığı işi sabırla devam ettirmelidir. Çalgı yapımcılığı, herkesin aynı malzemelerle başladığı ama kimsenin aynı sonuca ulaşamadığı bir zanaattır. Bu alanda birinin aradığı, diğerinin fazlası; birinin bildiği, diğerinin bilmezliğidir. Kimi için bir telin sesi bir ömürdür, kimi için sadece bir metal parçası. Bu dünyada iyinin de iyisi, ustalıkla cahillik arasındaki çizgi de, bazen bir tını kadar incedir. Burada her iş, bir parça sır taşır. Her ses, ustasının bu sırrını yansıtır. Bu alanda birinin kesinliği, diğerinin kuşkusudur. Kimine göre bir ölçü hatası, kimine göre karakterdir. Hiçbir formül tam değildir. Yani kibre yer yoktur. İyi bir lutiye hakkıyla ve sabırla devam ettirdiği işi tevazu ile bitirebilendir.

Ahşabın dili var mıdır sizce?
Ağaç, yaşayan bir varlıktır. Geçmişi vardır. Bedeni vardır. Nerede büyüdüğü, ne kadar güneş gördüğü, hangi rüzgârlarda eğildiğinin izleri, aldığı yaralar, bedeninde mevcuttur. Kesildikten sonra bile nefes alır, duyar, bilir. Çalgı haline dönüştükten sonra dahi, bulunduğu ortamdan, icra ediliş şeklinden, nemden, ısıdan etkilenmeye devam eder ve karakterinde değişiklikler olur. Öldü sanırsın. Ama bilinmez.
Bir ustanın yaptığı çalgı, ustasını yansıtır mı? Teknoloji bu süreçte nasıl bir rol oynar?
Bir çalgı, ustasının niyetini, emeğini ve zaman içindeki ruh hâlini yansıtır. Aynı malzemelerle yola çıkılsa bile, her çalgı ustasının elinden farklı bir kimlikle doğar; çünkü yapılan iş sadece elin değil, gönlün de ürünüdür. Teknoloji ise bu süreçte bir yardımcıdır ama belirleyici olmamalıdır. Modern araçlardan ve analiz tekniklerinden faydalansak da, bir çalgının gerçek ses kimliğini belirleyen şey ustanın hassasiyeti, dokunuşu ve ruhudur.
Bu alanda rehberliğinizde yetişip, bu işi devam ettiren kimseler oldu mu?
Bilgi paylaşmak bize göre tevazu, merhamet ve hizmet duygusuyla bütünleşir. Bilgi, kişinin kendi egosunu beslemek için değil, başkalarının yolunu aydınlatmak için olmalıdır. Bu desturla ilerleyen yolda, zaman içinde Sezai Tuncay, Mehmet Ali Bostancı, Hasan Çelik, Dilek Aldemir, Fikret Gündüz ve Nadir Başal gibi kıymetli yol arkadaşlarıyla aynı sofrayı paylaştık. Her biri, bu zanaatın sabrını, emeğin dilini ve sanatın vakarını özünde taşıyan kıymetli insanlardır. Yıllar içinde, sabredip kendilerini hem ahlak hem ustalık konusunda ispat eden, kefaletimizin yanlarında olduğu ve bu sektöre hizmet etmeye adaylar olarak Ersin Dinç, Fatih Konur, Serkan Korkusuz ve Durmuş Berçin gibi lutiyeler yetiştiler. Her biri, alın terini sabrın terazisinde tartarak, kendi yolunu çizen birer lutiye oldular. Bazıları ise kendi atölyelerini kurarak sanatseverlere hizmet etmekteler.
Eskişehir’e daha önce geldiniz mi? Şehrimizi nasıl buldunuz?
Evet geldim. 2000’li yılların başıydı. Üniversitelerin ve genç nüfusun dinamizmi, kendini fark ettiriyordu. Çalışkan insanların bulunduğu, sanayisi güçlü bir memleket olan Eskişehir, kültürel ve turizm açısından etkin bir şehirdi. İç Anadolu olmasına karşın gondol turlarının yapıldığı samimi insanların bulunduğu sevdiğim bir memlekettir.