Hiç fark ettin mi? Kötüye hazırlıklı olmak, neredeyse hepimizin otomatik bir refleksi gibi. İyi şeyleri düşleriz belki, ama onlara tam anlamıyla inanmakta zorlanırız. Sanki güzellikler tesadüfen başımıza gelir, ama acılar... Onlar sanki “asıl gerçek”tir.
Bu durum yalnızca senin değil, hepimizin yaşadığı bir şey.
Zihnimiz bazen farkında bile olmadan olumsuza odaklanıyor. Belki de bu, bizi hayal kırıklıklarından korumaya çalışan bir savunma mekanizması.
Çok sevinmeyelim ki fazla üzülmeyelim. Çok umut etmeyelim ki hayal kırıklığı daha az acıtsın.
Ama bu ne kadar koruyucuysa, bir o kadar da yıpratıcı.
Çünkü insan bazen düşmemek için sevinmeyi unutuyor...
Çocukken sıkça duyduğumuz o cümleleri hatırla:
“Çok gülme, sonra ağlarsın.”
Masum gibi görünse de zihnimizde derin bir iz bırakır.
Şu mesajı verir içten içe:
“İyi şeylerin bedeli olur.”
Belki de bir yerlerde, bir zamanlar bize şunu öğrettiler:
“İyiyi beklersen hayal kırıklığı yaşarsın. Kötüye hazırlan ki şaşırma.”
Sizce bu ne kadar sağlıklı bir öneri?
Neden kötülüğe bu kadar hazırız da iyiliğe bu kadar yabancıyız?
Belki bu da kolektif bir savunma şekli.
Hayal kırıklığına uğramaktan o kadar korkuyoruz ki, beklentilerimizi en aza indiriyoruz.
Kendimizi korumak isterken, iyiliğe olan güvenimizi kaybediyoruz.
Zaman geçiyor… Büyüyoruz.
Hayat değişiyor, biz değişiyoruz.
Ama zihnimiz hâlâ eski korkularla çalışmaya devam ediyor.
Ve bu noktada sormak gerek:
Gerçekten kötüye hazırlıklı olmak bizi koruyor mu?
Yoksa sadece hayatın güzel taraflarını kaçırmamıza mı neden oluyor?
Kötü olasılıkları düşünmek, evet, kısa vadede bir tür güvenlik hissi yaratabilir.
Ama uzun vadede, bu sürekli tetikte olma hali, yaşamdan keyif almamızı engeller.
Güzel bir şey yaşadığımızda, tadını çıkaramadan şüphe etmeye başlarız.
Sanki her iyi şeyin ardından bir fırtına gelecekmiş gibi.
Bir düşün...
Seni mutlu eden bir şey olduğunda, ilk tepkin ne oluyor?
İçinden gülümseyip “Ne güzel bir an” mı diyorsun, yoksa “Aman dikkat, nazar değmesin” mi?
İyiye yabancılaştığımız bir düzende yaşıyoruz.
Güzel bir haber aldığımızda önce kuşkulanıyoruz.
Acaba yanlış mı anladım? Eksik bir şey mi var?
Ama kötü bir haberi hemen içselleştiriyoruz.
Çünkü zihnimiz, tehlikeyi çok daha hızlı tanıyor. Bu bir hayatta kalma becerisi, evet ama artık her durum hayatta kalma meselesi değil.
Bu bakış açısı, aslında çok eski zamanlardan geliyor.
Toplumsal hafızanın derinliklerinden, kuşaktan kuşağa aktarılan o tanıdık uyarılardan…
“Kendini fazla kaptırma, sonra üzülürsün.”
“Bir şey çok istenirse olmaz.”
“Çok güldüm, kesin şimdi ağlayacağım.”
“Şeytan kulağına kurşun.”
Gibi cümlelerle büyüdük çoğumuz.
Güzel şeyleri dile getirirken bile temkinli, mutlu olurken bile ürkek olmamız öğretildi.
Sanki ne kadar sevinirsek, o kadar üzülmeye yaklaşırız gibi…
Ama bugünün duygusal ihtiyaçlarını, geçmişin korkularıyla karşılamaya çalışmak mümkün değil.
Bu, tıpkı yürümeyen bir ayakkabıyla koşmaya çalışmak gibi…
Hem canın acır hem de hiçbir yere varamazsın.
Zihnin bir yanıyla seni korumak istiyor aslında.
Sana şöyle diyor: “Hazırlıklı ol ki düşme.”
Ama o kadar ileri gidiyor ki sonunda seni güzelliklerden bile korumaya başlıyor.
Düşünsene; iyi bir şey olduğunda bile rahatlayamıyorsun.
Çünkü zihnin, kötü bir şeyin pusuda beklediğine inanıyor.
Ve burada fark etmen gereken bir şey var.
Zihin neye odaklanırsa, onu çoğaltır.
Beyin, inandığı şeye göre filtreler dünyayı.
Korkularla bakarsan, yalnızca korkulacak şeyleri görürsün.
Umutla bakarsan, her şey aynı bile olsa, hissettiklerin değişir.
Bilişsel terapide çok temel bir anlayış vardır;
“Zihin yorum yapar; gerçek sandığın şey, aslında zihninin hikâyesidir.”
Yani seni mutsuz eden şey, olayın kendisi değil…
O olaya yüklediğin anlamdır.
Bir şey kaybettiğinde,
“Ben başaramadım” dersen başka bir duyguda kalırsın,
“Bu da bir deneyimdi” dersen bambaşka bir duyguda.
Şimdi kendine şu soruyu sor;
Bugün yaşadıklarına nasıl anlamlar yüklüyorsun?
O anlamlar seni özgürleştiriyor mu, yoksa daha da kısıtlıyor mu?
İyiye inanmak, zannedildiği kadar zor değil aslında.
Ama eğer zihnin iyiliğe alışık değilse, onu gördüğünde bocalar.
Şüphe eder, inkâr eder, geri çeker.
“Bu bana fazla,” der.
Ama belki de değil…
Belki de tam da senin olan, senin içinden gelen, sana yakışan şeydir o güzellik.
Sadece hazır olmadığın için tanıyamadığın…
Peki “hazır olmak” ne demek?
İyiliğe açık olmak…
Mutluluğa yer açmak…
Güzellikleri hak ettiğine inanmak…
“İnanamıyorum” yerine
“Evet, bu da benim payıma düşen bir güzellik” diyebilmek...
İyi şeylerin hayal değil, hakkın olduğunu fark ettiğinde…
Zihnin değişmeye başlar.
Düşüncelerin değişir.
Düşüncelerin değişince, hislerin…
Sonra davranışların…
Sonra ilişkilerin…
Ve en sonunda, hayatın…
Mesele “çekim yasası” değil.
Mesele dikkat, farkındalık ve yeniden inşa.
Zihin, seninle birlikte şekillenir.
Ve sen, her yeni günle birlikte yeni bir inanca uyanabilirsin.
Unutma… Sen dünyaya nasıl bakarsan, dünya da sana öyle bakar.
Bu yüzden;
Sevgiyle kal. Umutla kal. Farkındalıkla kal.
Çünkü gerçek dönüşüm, senin içinden başlar.