Eskişehir Büyükşehir Belediye Başkanı Prof. Dr. Yılmaz Büyükerşen, Haberes Dergisi’nin 26’ncı sayısına konuk oldu.

Haberes Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Ayhan Aydıner’le keyifli sohbet yapan Büyükerşen; “Bugün hala, bir nedenle şehir dışına giderken bile geri dönüşümü düşünüyorum. İşleri nasıl daha çabuk bitirebilir ve Eskişehir dönüş yolunu tutarım diye plan yaparım. Kendimi bu şehre o denli bağlı hissediyorum. Askerlik ve bir kaç yurt dışı geçici görev dışında Eskişehir'den hiç ayrı kalmadım, daha doğrusu kalamadım. İstanbul'da veya Ankara'da çeşitli görevler alabilirdim. O şehirler de bu ülkenin şehirleri, o şehirlerde de bu ülkenin insanları yaşıyor ama Eskişehir benim şehrim, bu şehirde yaşayanlar benim hemşerilerim. Eskişehir Cumhuriyet aşığı Anadolu’nun çağdaş şehridir.”

 Yılmaz Büyükerşen nasıl bir çocuktu? Çocukluk yıllarınızda en büyük hayaliniz neydi? O yıllarda da arkadaşlarınıza liderlik ediyor muydunuz?

Mutlu bir çocuktum. Elbette her çocuk gibi, istediklerim olduğunda sevinir, olmadığında mutsuz olurdum. Ancak bizim neslimiz genelde mutluydu. Azla yetinmesini bilirdik. Yeni bir oyuncağa, yeni bir giysiye, yeni bir çift ayakkabıya sahip olmak kolay değildi ama kıymet bilirdik. Bunun yanında ben biraz fazla hareketli, biraz fazla meraklıydım. Öğrenmeye çok açtım. İlgimi çeker bir şey olduğunda onunla ilgili her şeyi öğrenmeye çalışırdım. Evimizin olduğu caddede bir matbaa vardı. İçerden gelen matbaa makinesinin o ritmik sesi o kadar ilgimi çekerdi ki, bir kenarda oturup izlerdim. Sonra beni çırak almalarını istedim, aldılar.

Çocukluk yıllarındaki hayallerime gelince, o kadar çok hayalim vardı ki, hepsini gerçekleştirmeye çalışıyordum. Karagöz-Hacivat gösterileri, karikatür çizmek, lise son sınıfta canlı radyo yayını ve tiyatro. Yine lise yıllarında okul bitince gazeteci olmayı kafama koymuştum.

Arkadaşlarıma liderlik konusunda,  buna liderlik demeyelim de, örgütleme anlamında çoğu zaman başı ben çekerdim. Örneğin mahallede bir futbol takımı kurduk. Adını da Bozkurt Spor Kulübü koyduk. Ancak spor kulübü deyince, yer lazım, papuç lazım, forma lazım, bunlar için de para lazım. İşte ben, bu tür gerekenleri temin etmekte daha doğrusu nasıl temin edeceğimizi düşünerek planlamakta biraz daha mahirdim. Liderlik değil de, bir öncülük diyelim buna.

 Çocukken en önemli anınız ne?

Ben 3,5-4 yaşımdan itibaren yaşadıklarımı çok iyi hatırlıyorum. O yüzden belleğimde pek çok anı var. Hiç unutamadıklarımdan biri 2. Dünya Savaşı yıllarıdır. Benim üzerimde çok etkili olmuştur. İlkokula yakın yaşlardayken yani beş buçuk-altı yaşındayken ya da yedi yaşına geldiğimde herkesin sürekli konuştuğu İkinci Dünya Savaşıdır. Harbin ne olduğunu pek anlamadan, sadece, evimizde benim erişmemi önleyecek yükseklikte bir raf üzerinde duran, üstünde annemin el işlemeli örtüsü bulunan Phillips radyomuz vardı. Küçük bir radyoydu, onu açıp kapamak yalnız babama aitti. Çünkü açmak ve kapatmaktan da öte istasyon bulmak ve parazitsiz dinleyebilmek fevkalade önemliydi. Gerçi en çok dinlenebilen radyo da Ankara radyosuydu. İstanbul radyosu rahat dinlenmezdi. Ajans haberlerini özellikle babam eve gelince, akşamları dinlerdik. İşte Almanlar hangi ülkeye girmişler, Majuna hattı geçilmez gibi… Bakın! O zamandan hafızamda kalan isimlerdendir bu Majuna hattı, çok konuşulurdu. İşte Hitler Yugoslavya’ya girdi. Mussolini şunu söyledi, Hitler bunu yaptı, İsmet paşa şu tedbirleri aldı. Hükümet bu tedbirleri aldı falan diye. O günler tam kavrayamadığım bir savaş var, bir harp var ama neden oluyor, niçin oluyor pek anlayamadan ve babamın yorumlarını, annemle babaannemi dinlerken kavramaya çalışırdım.

Ayrıca yine çok iyi hatırladığım bir başka şey, savaş yıllarında yaşanan “karartma geceleri”dir. Eskişehir’de Askeri Tayyare Birliği olduğu için akşamları nöbetçi askerler, büyük projektörlerle gökyüzünde hüzme şeklinde ışıklarla gökyüzünü kontrol ederlerdi. Büyük bir ihtimalle Alman uçan kalelerinin bir baskın yapmasını önlemek amacıyla veya sessiz uçan kanatsız uçaklar diye bize anlatılan zeplinler sessiz sedasız gelip Eskişehir’deki havaalanı ve şehri bombalamasınlar diye gökyüzü taranırdı. Bir de evlerde kalın stor perdeler kullanma mecburiyeti vardı, akşam olduğu zaman, evinizde ister gün aşırı yanan elektrik olsun, ister gaz lambasıyla aydınlatın evinizi, ama akşam olunca pencerelerinizi ışık sızmayacak şekilde kapatmak durumundaydınız. Bu da bir gece taarruzuna karşı şehrin nerede olduğu belli olmasın diye yapılan bir karartmaydı. Babam öyle söylerdi. Yine hatırladığım kadarıyla şehirde bir iki tane otomobil ve birkaç tane de otobüs vardı. Onların da farları su karıştırılmış çivit rengi toprak boyayla mavi renge boyanırdı ki onlar da gece hareket halindeyken far ışıklarını, yukardan gelebilecek taarruz kaynağı zeplin mi olur, tayyare mi olur, her neyse yerde hareket halinde parlak ışık görmesinler diye idi.

Gençlik yıllarınızda gazetecilik yaptınız. Canlı radyo programı yayınladınız. Arkadaşlarınızla tiyatro kurup, oyunlar sahnelediniz.  “Harpte ülke için dökülen, kaybedilen kan, sulhta da ülkenin aydınlanması ve kültürel kalkınması için niçin verilmesin?” diyerek, arkadaşlarınızla birlikte kan bankasına kanlarınızı satarak Eskişehir’in ilk amatör tiyatrosunu kurdunuz. Bu hareketli ve son derece onurlu süreci anlatır mısınız?

Benim hayatımın vazgeçilmez unsurlarından biri de hep tiyatro olmuştur. Çünkü tiyatro bir okuldur. Tiyatro bize, bizleri gösteren, normal yaşamda kendimizin, görmediğimiz yanlarını, hiç düşünmediğimiz hallerimizi gülerek, hüzünlenerek, düşündürerek bize gösteren bir ibret aynasıdır…

Demokrat Parti ezici bir çoğunlukla iktidara gelmişti. İlk icraatlarından biri Halkevlerini kapatmaktı, Eskişehir Halkevi de kapatılmıştı. Halkevleri Cumhuriyet’in en güzel kurumlarından biriydi. İnsanını güzel sanatlarla, çağdaş kültürle tanıştırdığı ocaktı Halkevleri. Ama 1951 de hükümet bu güzel kurumları hem kapattı, hem de Köprübaşındaki binasını parça parça bölerek esnafa ve İş Bankasına da banka şubesine dönüştürülmek üzere sattı o koca binayı. Neyse, Halkevi kapanınca ortaya büyük bir kültür boşluğu çıktı. Halkevinde yetişmiş olan genç aydınlar ve öğretmenler bir araya gelip, bu boşluğu doldurmaya karar vermişler. Ben o grubun içine, lise son sınıfta coğrafyadan bir yıl beklediğim 1956 yılı sonunda katıldım. “Eskişehir Konser ve Tiyatro Derneği” adındaki bir dernekti bu kuruluş. Sakarya Caddesinde, iki katlı ahşap bir binada faaliyete gösteriyordu. Şehir eşrafından gençler ve öğretmenler üyeydi. Çeşitli enstrümanları çalmayı bilenlerin, çoğu Halkevinde öğrenmişti, bir yaylı sazlar orkestrası kurmuşlardı. Yönetiminde Yunusemre İlkokulunun Müdür Yardımcısı vardı. Öğretmen Nezir Sayın vardı. Doktor Burhan Cemalcılar ve Avukat Reşit Zeytinoğlu vardı. Halkevinde yetişen gençler ve öğretmenler, yuvasız kalan kuşlar gibi bu derneğe sığınmışlardı.  Bizim tiyatro grubunun bir problemi vardı. Halkevi yıkıldıktan sonra elverişli sahnesi olan salon problemi. Asri Sinema, kiliseden bozma bir bina olarak akustiği çok iyiydi, ama sahne derinliği yoktu. Sinema olarak kullanıldığı için salonu yalnız ayda bir kez müzik konserleri için parasız veriyordu sahibi. Merkez Komutanlığı binası içindeki sinemayı arada bir, yalnız okullara, bir veya iki temsil için veriyorlar, sivil bir derneğe sürekli tahsis etmiyorlardı. Bunların dışında YunusEmre İlkokulunun bodrumunda yetersiz bir sahnesi vardı. Orada, haftada iki üç akşam tiyatro yapabiliyorduk.

Daha sonraları rahmetli Osman Bozok Eskişehir Şeker Fabrikasına müdür olarak atandı. Osman Bey Almanya’da tahsil görmüş, kültür ve sanata ilgili biriydi. Şeker Fabrikası Kampusuna bir tiyatro ve konser salonu yaptırdı da şehrin tiyatro oynanabilir sahnesi bulunan bir salonu oldu. O salonun, dolayısıyla da Osman Bey'in şehre hizmeti büyüktür. Osman Bey Eskişehir’den Kütahya Şeker Fabrikasına tayin olunca orada da sahnesi olan bir salon yaptırdı… Eskişehir’de tiyatro ve konser faaliyetleri, fabrikanın o salonu sayesinde İstanbul Şehir Tiyatrolarının yanı sıra Ankara Devlet Tiyatroları da Eskişehir’de turne şeklinde de olsa oyun sahneleme imkânı doğdu. Özellikle Ankara Devlet Konservatuarı Deneme Sahnesi ile Eskişehir’de Yıldız ve Müşfik Kenter kardeşleri, henüz son sınıf öğrencileriyken tanıdık. İlyas Avcı’ları, daha sonra ünlenecek birçok sanatçıyı izledik, alkışladık. Tiyatro ateşi o zaman düştü içimize.

O önemli olay yani kanımızı satarak tiyatro kurmamız  bizim Akademi öğrencisi olduğumuz 1960’lı yıllara aittir. Benim, aynı zamanda Türk Devrim Ocaklarının Eskişehir Şubesi Başkanı olduğum gençlik yıllarımdı…

Akademi öğrencileri olarak, ara sıra turneye gelen tiyatrolar dışında, şehirde sinemadan başka bir eğlence ve boş vakitlerimizi değerlendirecek mekanlar bulamıyorduk. Halbuki Ankara ve İstanbul’da tiyatrolar vardı. Orada okuyan arkadaşlarımız sürekli oyunları izleyebiliyor ve ara sıra Eskişehir’e geldiklerinde bize anlatıyorlardı. Öğrenci Cemiyeti olarak, biz şehrin bu eksikliğini giderelim bir gençlik tiyatrosu kuralım dedik. Akademi Tiyatrosu adı altında bir topluluk kurduk. İlk olarak, Turgut Özakman’ın Duvarların Ötesi isimli eserini Şeker Fabrikası salonunda sahneye koyduk. Yönetmenliği de bizzat Özakman yaptı. Prömiyerini de Şeker Fabrikasındaki salonda yapmıştık.

Eskişehir Ticaret Odasının eski binasında altlı, üstlü iki salonu vardı. Altıgen şeklindeki salonların biri lokanta, diğeri düğünler için kiraya veriliyordu. Ticaret Odası yönetimi, bizim heyecanımızdan etkilendi herhalde, düğün salonunu bizim bu girişimimiz için bedelsiz tahsis edeceklerdi. Zaten sanat ve kültüre önem veren aydın ve yüksek tahsillerini yurtdışında yapmış kentsoylu insanlardı o dönemdeki yöneticiler.

Zemin kattaki salonu bize tahsis edeceklerdi. Ancak bir şartla. Salon haftada bir gün düğünlere kiraya verilecek. Salonu her hafta hem düğün, hem tiyatro salonu haline getirmek de bizim işimiz. Yani koltukları boşaltacağız, sahneyi kaldıracağız, masa ve sandalyeleri yerleştireceğiz, dans pistini oluşturacağız. Düğünden sonraki sabah salonu temizleyip tiyatro koltuklarını yeniden düzenleyeceğiz, portatif sahneyi kuracağız…

Biz bütün bu işleri yapmaya çoktan razıyız. Koltukları, sahneyi, ışık ve sistemlerini her hafta kurup kaldırmaya razıyız da, ortada ne koltuk var, ne sahne, ne de ışık ve ses sistemi… Para bulmamız lazım. O sırada şehirde bir kampanya var. Devlet Hastanesinde Kan Bankası kurulmuş. Halkı teşvik için 350 liraya kan alınıyor. Birden beynimde bir şimşek çaktı, Akademinin 200-300 kadar öğrencisi var. Dedik ki: “Gençler olarak harpte ülke için kanımızı dökmeye hazırız, sulhta da ülkenin aydınlanması, kültürel kalkınması için kanımızı veririz.” Öğrenci Cemiyeti olarak, akademinin öğrencilerini seferber ettik. Böylece, Türk Devrim Ocakları Eskişehir Şubesinin Oda Tiyatrosunun yatırım sermayesi, gençlerin kanıyla temin edinildi. Yeryüzünde gençlerin kanıyla kurulan ilk ve tek tiyatrodur o. Pek çok ulusal ve uluslararası yayına konu oldu bu model. Kanla Kurulan Tiyatro olarak anıldı hep.

 Seyhan Hanım ile nasıl tanıştınız? Ona nasıl evlilik teklif ettiniz? Evliliğinizdeki mutluluğun sırrı nedir?

Eşim Seyhan ile 1958 yılında Akşam Yüksek Ticaret Okulu’nda tanıştık. Akşam öğrenimi yaptığımız için eve geç vakitlerde dönüyorduk. Seyhanların evi uzakta olduğu için otobüs seferleri aksadığı zamanlarda, Seyhan’ın güvenliği için babası evlerine kadar benim kendisine refakat etmemi rica etmişti. Bu refakatler sırasında ve okul lokalinde geçirdiğimiz günler içinde aramızda içten içe bir sevgi ve saygı oluşmuştu.  Mezun olduktan sonra nişanlandık, 1963 yılında da evlendik. Evliliğimizdeki mutluluğun sırrı, birbirimize olan saygının ve sevginin hiç bir zaman azalmamasıdır.

Anadolu Üniversitesi’nin ilk rektörüsünüz. Üniversitenin gelişmesinde ve büyüyüp bugünkü duruma gelmesinde en büyük pay size ait. Öyle sağlam tohumlar attınız ki Anadolu Üniversitesi içinden 5 yeni üniversite daha çıkardı. Rektörlük dönemi ile ilgili düşüncelerinizi anlatır mısınız?

Belediye Başkanı olduktan sonra da defalarca dile getirdim. Ben siyasetçi değilim, ben eğitimciyim, hocayım. İşimi hep severek yaptım. Gerek Akademi yıllarında, gerek Anadolu Üniversitesi Kurucu Rektörlüğü yaptığım yıllarda, ortaya bir şeyler koyabildiysem, bunu, işimi çok sevmeme bağlıyorum. Bilirsiniz ünlü bir söz vardır; ‘Sevdiğiniz işi yapıyorsanız, hayatınızda hiç çalışmamışsınızdır’ der. Bıkmazsınız, yorulmazsınız, hayaller, projeler kafanızın içinde sıraya girerler, biri bitmeden diğeri başlar. Rektörlük dönemimle ilgili düşüncelerimin omurgası bu sevgidir. Önemli işler yaptığımı düşünüyorum. Yunus Emre Kampusunu kurduk, ardından 2 Eylül Kampusu kuruldu. Yeni fakülteler oluşturduk. Osmangazi Üniversitesi, Eskişehir Teknik Üniversitesi, Afyon Kocatepe Üniversitesi, Kütahya Dumlupınar ve Bilecik'teki Şeyh Edebali Üniversitesi, hep bizim o yıllarda bu şehirlerde kurduğumuz fakülte ve yüksekokullardan oluştu. Açıköğretim Fakültesi ise, hikayesi baştan sona ilginç, zorlu ve mücadeleli bir süreçti. Bürokratik engelleri aşmak zordu ama hiç yılmadım, hiç vazgeçmedim. Sonuç ortada.

Rektörlüğünüz döneminde size siyasete atılmanız için çok teklif yapıldı. Hiç siyasete girmeyi düşündünüz mü?

Hayır hiç düşünmedim. Turgut Özal'dan bu tarafa defalarca teklif aldım. Ancak o dönemlerde zaten rektördüm. Çok sevdiğim bir işten ayrılıp, siyasete girmek aklımın ucundan bile geçmedi. Ancak emekli olduktan sonra, biraz da rahmetli Ecevit'in ısrarı ile siyasete girdim. Aslına bakarsanız, Büyükşehir Belediye Başkanlığını "siyasete girmek" olarak gördüğümü söyleyemem. O kararı verirken önemli olan, bir siyasetçi olmak değil, Eskişehir için bir şeyler yapabilmekti.

 Neden İstanbul, Ankara değil? Neden Eskişehir’de kalmayı tercih ettiniz?

İnanır mısınız, bugün hala, bir nedenle şehir dışına giderken bile geri dönüşümü düşünüyorum. İşleri nasıl daha çabuk ya da erken bitirebilir ve Eskişehir dönüş yolunu tutarım diye plan yaparım. Kendimi bu şehre o denli bağlı hissediyorum. Askerlik ve bir kaç yurt dışı geçici görev dışında Eskişehir'den hiç ayrı kalmadım, daha doğrusu kalamadım. İstanbul'da veya Ankara'da çeşitli görevler alabilirdim. O şehirler de bu ülkenin şehirleri, o şehirlerde de bu ülkenin insanları yaşıyor ama Eskişehir benim şehrim, bu şehirde yaşayanlar benim hemşerilerim. Bakın insanlar artık, İstanbul'dan, Ankara'dan ayrılıp gelip Eskişehir'e yerleşiyor.

Rektör Yılmaz Büyükerşen mi Eskişehir Büyükşehir Belediye Başkanı Yılmaz Büyükerşen mi?

Her ikisi de.

Eskişehir halkı sizi beş dönem üst üste Eskişehir Büyükşehir Belediye Başkanı seçti. Yılmaz Hoca Eskişehirli hemşerilerini nasıl tarif eder?

Samimi, içten, özverili ve uzlaşmacı. Yeniliklere açık, değişimden ve gelişimden korkmayan, geçmişiyle bağını koparmayan ama aynı zamanda çağdaş ve modern yaşama ayak uyduran bir şehir burası. Eskişehirliler, şehrin aldığı göçler nedeniyle çeşitli kültürleri, gelenekleri, yaşam biçimlerini, yerli halkla birlikte yoğurup çok güzel ve çok özel bir yaşam biçimi geliştirmiştir. Ben Eskişehirlileri tanıyorum, onlar da beni tanıyor. Onlarla aramda sarsılmaz bir güven, sevgi, saygı ilişkisi var. Bu ilişki hiç bir zaman bozulmadı, bozulmayacak da.

 (2014) Cumhurbaşkanlığı seçiminde aday olmanız bekleniyordu. Son dakikada şapkadan Ekmeleddin İhsanoğlu çıktı. Bu süreç nasıl gelişti? Kemal Kılıçdaroğlu bu konuyla ilgili size bir şey söyledi mi?

O süreç benim irademin dışında gelişti ve öyle de sonlandı. Bundan sonra irdelenmesinin kimseye yarar sağlamayacağını düşünüyorum. Sayın Kılıçdaroğlu ile de bu konu üzerine hiç konuşmadık.

 Millet İttifakının Cumhurbaşkanı adayı sizce kim olmalı? Size adaylık teklif edilirse, kararınız ne olur?

Bu çok hassas bir konu. Ben de sizler gibi uzaktan izliyorum. İsimden çok ilkeler ve program önemli olmalı ki öyle olduğunu da düşünüyorum. Belki zamanı geldiğinde bizim fikirlerimizi de soracaklar ancak son karar 6 genel başkanın uzlaşmasıyla verilecek. Bu birliktelik sağlıklı bir şekilde ilerliyor. Bozmak için, zedelemek için siyaseten çok uğraşılıyor ancak buna izin verilmeyeceğine eminim. Kaldı ki, Sayın Genel Başkanımızın bu konudaki sözleri de çok dikkatli. Bana teklif edilir mi edilmez mi, edilirse benim cevabım ne olur sorusuna gelirsek, böyle hassas bir konuda varsayımlar üzerinden bir şey söylemem mümkün değil.

 Sizce Eskişehir’in en büyük sorunu ne? Geleceğini nasıl görüyorsunuz?

Ben, genel olarak söyleyeceğim bir sorun olduğunu düşünmüyorum. Çünkü sorunlar koşullara bağlı olarak değişiklik gösterebilir. Örneğin mevsim koşullarına bağlı olarak uzun süreli ve şiddetli yağmur yağdığında şehrin ana sorunu odur. Ya da gerekli ve yeterli yağışlar olmazsa özellikle yaz mevsimlerinde Kalabak Su kaynağında, şebeke sularında yetersizlik yaşanması da bir sorundur. Hem de büyük bir sorundur. Allah korusun, bir deprem ya da sel olduğunda en büyük sorun odur. Başka bir taraftan baktığınızda şehrin altyapısı ve üst yapısı ile ilgili sorunlar zaten hiç bir zaman bitmez. Yapılanlar eskir, bozulur, yeni ihtiyaçlar doğar. Nasıl bizlerin yaşadığımız sürece kişisel sorunlarımız, sıkıntılarımız hiç bitmez ise şehirler de öyledir.

 Hayatınızda kırılma anı neydi?

Gazetecilik yaptığım yıllarda, aldığım bir istihbarat sonucu, Eskişehir İktisadi Ticari İlimler Akademisi'nin kurulduğu binanın (bugün orijinal hali yıkılıp, yerine yeni ve çirkin bir bina yapılan İş ve İşçi Bulma Kurumu binası) ruhsatsız olduğunu öğrenmiştim. Haberi teyit etmek için Akademi Başkanı Orhan Oğuz Hoca'ya sormaya gitmemdir. O kapıdan içeri girerken, hayatımın akışının tamamen değişeceğini bilmiyordum elbette. Orhan Hoca'nın, benim can alıcı siyasi sorularıma cevap vermek için tek bir şartı vardı. O da Ankara Hukuk Fakültesi 1. sınıftaki kayıt dosyamı alıp gelerek akademiye kayıt olmamdı. Ben de gazetecilik uğruna kayıt oldum. Mesleğimi o akademide seçtim, eşimle orada tanıştım.

 Hiç keşkeleriniz oldu mu?

Olmaz olur mu, kimin yoktur ki zaten.

 Yılmaz Hoca en son ne zaman ağladı?

Aslına bakarsanız öyle çok kolay ağlayan biri değilimdir. Ancak yakınlarımızı, aile büyüklerimizi, yakın dostlarımızı kaybettiğimizde, sevdiklerimizin başına kötü şeyler geldiğinde, ben de herkes gibi gözyaşlarıma hakim olamam.

Yılmaz Büyükerşen en çok neye kızar?

Yalana, tembelliğe ve sabırsızlığa.

 En çok neye gülersiniz?

Güzel şakalara, kaliteli esprilere gülerim. Bir de güzel, aydınlık ve samimi insanlara hep gülümseyerek bakarım.

 Asla yapmam dediğiniz bir şey var mı?

Elbette var, hem de pek çok. Kötü olan, birilerine zarar verecek hiç bir şey yapmamaya çalışırım.

 Hangi konu açıldığında sıkılırsınız?

Siyaset.

 Yılmaz Hoca zor bir insan mıdır?

Vallahi benim bunu cevaplamam ne kadar doğru ve gerçekçi olur bilmiyorum ama titiz ve inatçı bir kişiliğim olduğunu söylerler. Bu da insanı biraz "zor bir insan" yapmaya yetiyor. En sevdiğim tarafımsa kin tutamam, kolay affederim…

 Kendinizde neyi değiştirmek istersiniz? Veya hangi özelliği eklemek istersiniz?

Bunu hiç düşünmedim, düşünmem de. Çünkü bu konuda yapılabilecek bir şey yok. Kendisiyle barışık bir insanım. Belki, hiç sigara içmemiş olmayı ve saçlarımın dökülmemiş olmasını isterdim, ama çok sorun değil.

 Haberes okurlarına son bir mesajınız var mı?

Derginizi yakından izliyor ve beğeniyorum. 26. sayıya ulaşmanız çok önemli bir başarı. Günümüzdeki ekonomik şartları da düşündüğümüzde, bu kaliteyi sürdürebilmek gerçekten zor. Başarılarınızın artarak devam etmesini diliyorum.