Ekranların reyting rekortmeni dizisi Kızılcık Şerbeti’nde Beril Karakterine hayat veren Eskişehirli Başarılı Oyuncu Elif Melda Yılmaz Haberes Dergisi'nin 60’ncı sayısına konuk oldu.

Haberes Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Ayhan Aydıner ile keyifli bir sohbet gerçekleştiren Yılmaz; “Kızılcık Şerbeti’nin, toplumun her kesiminin, kendi hayatından bir şeyler bulacağı bir senaryosu var. Senaristimiz, her karakterin hikayesini incelikle işlediği için, dizide sahte görünen hiç bir karakter yok. Bu da, hikayenin daha gerçek ve izlenir olmasını sağlıyor” dedi.

Ekranların reyting rekortmeni olan, Kızılcık Şerbeti dizisinde rol almaya başladınız. Sizce bu dizi, neden bu kadar çok izleniyor? Rolünüzle ilgili neler söylemek istersiniz?

Kızılcık Şerbeti’nin, toplumun her kesiminin, kendi hayatından bir şeyler bulacağı bir senaryosu var. Senaristimiz, her karakterin hikayesini incelikle işlediği için, dizide sahte görünen hiç bir karakter yok. Bu da, hikayenin daha gerçek ve izlenir olmasını sağlıyor.

Rolüme gelince, Beril benim oyunculuk hayatım boyunca, oynamayı çok istediğim bir karakter modeliydi. Oyun içinde oyun olması, karakterin kendi içindeki anlık duygu değişimleri, çok heyecan verici. Uzun zamandır, hiç bir rol için bu kadar heyecanlanmamıştım. Beril'i çok sevdim. Eğlenerek oynuyorum. Melis (Civelik) hanıma, böyle renkli bir karakter yazdığı için çok teşekkür ederim.

Biz Eskişehirliler sizi ‘Bir Şehnaz Oyun’ ile tanıdık. Eskişehir Şehir Tiyatroları'nın kurucu oyuncularındansınız. Hem bu oyun, hem Eskişehir şehir Tiyatroları, hem de Eskişehir 'deki tiyatro seyircisiyle ilgili düşünceleriniz neler?

Bir Şehnaz Oyun’un yeri benim için apayrı. Tiyatromuzun kurucuları, kıymetli büyüklerimiz, Ergin Orbey ve Turgut Özakman tarafından, bir kentin insanını, tiyatroya alıştırmak için seçilmiş harika bir metin. Hikayesi günümüzden yüz yıl öncesine ait olsa da, günümüzde dahi geçerliliğini koruyan memleket meselelerini imkânsız bir aşk hikayesiyle ve şahane şarkılarla anlatan iki buçuk saat boyunca ritmi hiç düşmeyen, bir Türk Tiyatrosu başyapıtı. Onüç kişilik, genç kadromuzla, bizim için de çok büyük bir sınavdı Bir Şehnaz Oyun. Bir kentin tiyatro kültürünü, alışkanlığını, bizim o oyundaki performansımız belirleyecekti. Bütün sahne arkadaşlarım da, bu sorumluluğun bilinciyle, harika performanslar sergilediler. Oyunun prömiyer gecesinde ‘Bir Şehnaz Oyun’un yazarı Turgut Özakman, sahne arkasında, bir taburede oturup izlemişti bizi. Alkışa çıkmadan önce, gözlüklerinin üstünden bakıp, başını sallayarak, "Aferin kızım. Oyunumun hakkını vermişsin" dedi bana. O cümle, benim oyunculuk hayatımın düsturu oldu. Bir Şehnaz Oyunda benim rolüm, "Evet! Bana yazıldı bu oyun. Ben Şehnaz” diye başlar. Elime aldığım her metinde, bana yazılmış oyunun hakkını vermek sorumluluğuyla, yirmi beş yılımı sahnede geçirmiş olmanın gönül rahatlığını yaşıyorum şimdi. Çok şükür. Eskişehir Şehir Tiyatroları kıymetli büyüğümüz Yılmaz Büyükerşen’in siyaset üstü, demokratik, sanatsever yaklaşımıyla, kendi kendini büyütmüş, var etmiş, kendi marka değerini oluşturmuş içinde olmaktan gurur duyduğum bir sanat kurumudur. Her biri birbirinden yetenekli, muhteşem oyuncu arkadaşlarımla, gençliğimizi vererek inşa ettiğimiz sanat yuvamızda, sahnede yakaladığımız uyum ve bu uyuma, tüm kalbiyle ve samimiyetiyle katılan nezih Eskişehir seyircisinin kıymetine paha biçilemez. Eskişehir seyircisi, örnek tiyatro seyircisidir. Yirmi beş yıldır biletlerimiz, program açıklandıktan en geç, bir- iki saat sonra bitmiş olur. Bu da yetmez. Ayakta bilet satın alır bizim alçak gönüllü zarif seyircimiz. İki- üç saat merdivende oturur, ya da kapı önünde, ayakta izler bizi. Yaptığımız işin, verdiğimiz emeğin kıymetli olduğunu hissettirir, şımartırlar bizi yirmi beş yıldır. Var olsunlar...

Sahnede kendinizi nasıl hissediyorsunuz? Oyunculuk, ilk ne zaman kanınıza girdi? Hayatınızdaki kırılma anı neydi?

Bu dünyaya, sahnede yaşamak ve yaşlanmak için geldiğimi biliyorum. Onüç yaşındayken, okul tiyatrosunda, kıymetli edebiyat öğretmenim, Nazmi Yıldırım’ın uyarlayıp yönettiği bir piyeste, konuşamayan, akli dengesi bozuk bir genç kızı canlandırmıştım. O gün hayatımda ilk defa, alkışı kalbimde duyduğum gündür. O gün, seyircinin beni ayakta alkışladığı an, yaşadığım o tarifsiz duyguyu ömür boyu yaşamak istediğimden emin olduğum ilk andır. O andan beri, sahnede olmak için çalışıyorum. Salgın dönemi ve ardından oğluma kavuşmak için geçirdiğim tıbbi süreç, sahneden en uzun süreli ayrı kaldığım zamanlar oldu. Hayatla ilgili birçok soruya da cevap aradığım bu iki zaman aralığı, ruhumu eğitmek için çok faydalı oldu elbette. Ama doğumdan çok kısa bir süre sonra, birçok sağlık sorunu ve fiziksel acıya rağmen, Lüküs Hayat’la tekrar sahneye çıktığımda yine anladım ki, bu dünyada gerçekten ait olduğum yer sahne. Bunu hep söylüyorum. Dilini bilmediğim, tamamen yabancı olduğum bir ülkede olsam, beni bir tiyatro sahnesine, o sahnenin kulisine götürsünler isterim. Bir anda kendimi yuvamda gibi güvende hissederim.

Tiyatro, sinema ve televizyon dizilerinde rolünüze nasıl hazırlanıyorsunuz? Oyun bittikten sonra o karakteri özlüyor musunuz?

Oyun metnini, ya da senaryoyu ilk okuduğum anda, rolün benim hayatımdaki karşılığı aklımda canlanıyor zaten. Etrafımda bu karaktere benzeyen kimler var? Onları gözden geçiriyorum önce. Gerçek hayattan, gerçek modelleri taklit etmeyi seçiyorum.

Elbette yaş aldıkça, daha çok insan tanıdıkça, hayat tecrübem arttıkça, aklımda canlanan bu resim daha da zenginleşiyor. Oyunculuk, iyi bir gözlemci olmakla başlıyor önce. Sonra da, gözlemlediğimiz modellerin karakter analizini yapabilecek teorik bilgiye ve pratik hayat tecrübesine ihtiyacımız oluyor. O yüzden psikoloji, sosyoloji, felsefe bilmemiz gerekiyor. Hikaye başka bir dönemde geçiyorsa, o dönemin koşullarını incelemek, tarih bilmek gerekiyor. Sonra çözümlemesini yaptığım bu karakteri bir elbise giydirir gibi Melda’ya giydirmem gerekiyor. Beli bol geliyorsa orayı daraltıyorum. Eteği uzunsa kısaltıyorum. Beril'i mesela, Melda’nın sesine, Melda’nın bedenine oturtmaya çalışıyorum. Melda Beril olsaydı, ne hissederdi? Beril gibi düşünmeye, hayata Beril gibi bakmaya çalışıyorum. Senaryoda gelişen olaylara "Beril olsa ne yapardı?" diye sorarak yaklaşıyorum. Beril'in ne yaptığı senaryoda yazsa da onu hangi duyguyla yaptığına Melda’yı ikna etmem gerekiyor ki, rol (elbise) üstüne tam otursun. Çünkü korkunç şeyler yapsa da, Beril bunları yaparken, kendini haklı görüyor. İnanarak yapıyor. Melda’yı da buna ikna etmeliyim ki, Melda rol kesmesin. Beril’e dışarıdan bakan biri gibi görünmesin. Güzelim karakter, kötü kalpli komşu parodisine dönmesin. Elbette burada senaristin (oyun yazarının) verdiği ipuçlarını ve yönetmenin, hem Beril’e, hem Melda'ya karşıdan bakışının getirdiği çok kıymetli danışmanlığı değerIendirmek, yükümü hafifletiyor. Burada, Kızılcık Şerbeti’nin yönetmenleri, sevgili Eylem Oğuz ve Aydın Bulut’a da bilhassa teşekkür etmek isterim. Uzun lâfın kısası, bu kadar özenip, emek verdiğiniz rolden ayrılınca, elbette özlüyorsunuz. Şehnaz’ı hayatım boyunca özleyeceğim mesela. 0 benim için bambaşka. Kanlı Nigâr da çok özlediğim bir rol. Kan Kardeşleri’ni, Bayan Johnstone’ı... Atıfet’i özlemiştim ki, Lüküs Hayat imdadıma yetişti. ‘Esaretim Sensin’ deki Alev Dora'yı çok özledim. Bir de Beril'i çok özleyeceğime eminim.

Yaşadığınız en ilginç sahne deneyiminiz veya anınız nedir? Anlatır mısınız?

Çok anı var. Çok deneyim. Ama şimdi aklıma komik bir anı geldi. İstanbul’da Mam'art Tiyatro ile Empatopya adlı bir oyun oynuyordum. Bir saat boyunca seyirciye sunulan, aşırı demokratik, aşırı sağlıklı, aşırı temiz, ütopik bir dünyanın, Empatopya’nın içine, insan nefsinin temsili, kadın ve erkek olarak, ben ve hemen ardımdan Tuğrul Tülek korkunç bir şekilde giriyorduk. Ben, bir saat o ütopik dünyayı izlemiş seyircinin arasından, sarhoş bir kadın olarak, seyircilere çarpa çarpa geçip sahneye çıkarken, herkese "Tuvalet nerede?" diye soruyordum. O oyunla, İzmire turneye gitmiştik. Orada bir açık hava sahnesinde oynuyorduk. Kostümüm pul payetli abiye sayılabilecek zamansız bir kostümdü. Üstümde de kürk vardı. İzmir'de, seyircilere tek tek, "Tuvalet nerede?" diye sorunca dünyada tatlısı birkaç hanım, beni civardaki bir düğün salonundan ya da pavyondan filan gelmiş, gerçek bir sarhoş zannettiler. Halime acıyıp, koltuklarından kalktılar, koluma girip, dışarıdaki tuvalete gitmem için yardım etmeye çalıştılar bana. Diğer seyirciler de benim oyuncu olduğumu bir süre sonra anladı. Ve oyuncu olduğum anlaşılınca yaşanan durum için bir kahkaha koptu elbette. Orada milletimizin saflığını, yardımseverliğini, empati yeteneğini bir kez daha deneyimlemiş oldum. Çok güzel bir anıdır benim için.

Ülkemizde tiyatronun geleceğini nasıl görüyorsunuz? Bu sanatı yapmak isteyen gençlere ne önerirsiniz?

Hem ülkemizde hem de dünyada, tiyatro da, bütün sanat dalları gibi, çağın koşullarına göre değişiyor, yeniden şekilleniyor. Teknolojinin tiyatroya getirdiği muhteşem kazanımlar da var elbette. Bunlar doğru kullanıldığında, canlı performansın seyircide bıraktığı büyülü his, daha da etkileyici bir hale geliyor. Ama bu değişimi değerIendirirken, klasik sanat anlayışını da yaşatmak taraftarıyım. Tiyatro, opera ve bale, teknolojinin fırsatları kullanılarak, klasik eserlerin klasik sunumlarıyla da yaşatılmalıdır. Klasik eserlerin, yazıldığı çağın estetik anlayışına sadık kalarak sunulması, yeni nesillerin kültürel gelişimi için çok

önemlidir. Tiyatro, ülkemizde de, dünyada da, insan var oldukça var olacaktır. Gün gelecek robotlar dahi, insan gibi tiyatro yapabilmenin yollarını arayacak, duyguların taklidi için, programlar geliştireceklerdir.

Ama asla taklit edilemeyecek olan, iki kalas bir hevesle, seyircinin ve oyuncunun büyülü buluşmasının insanlık var oldukça süreceğini düşünüyorum. Tiyatro sanatına gönül veren gençlere söyleyebileceğim tek şey, gerçekten hayatlarının merkezine sahneyi koymayı göze alabiliyorlarsa bu işe girsinler. Çünkü hiç bitmeyen bir eğitim, hiç hafiflemeyen bir ağır işçilik olacak hayatlarında. Çok meraklı olmak, çok araştırmak, çok okumak, çok gezmek, çok yaşamak, çok çalışmak ve bunları yaparken, fiziksel dayanıklılık ve esnekliği korumak gerek. Rehavete hiç yer olmayan bu yaşam tarzını suya yazı yazmak pahasına, hiç beklenti duymadan göze alabiliyorlarsa bu yola girsinler. Yolda kazanacakları her şey sürpriz olsun.

Siz en çok nerede mutlusunuz? Tiyatroda mı, yoksa kamera karşısında

 Kamera karşısında sergilediğimiz performansı kendimiz izleyebiliyoruz ya, bu çok büyük bir kazanım. Eksiklerimizi görmek, fazla yerlerimizi törpülemek kendimizi eleştirebilmek için, müthiş bir

fırsat. Daha büyük kitlelere, tek seferde ulaşabilmek de cabası. O yüzden elbette kamera karşısında olmak çok güzel. Ama gerçek ve o an eşsiz olan duyguları, sadece sizin için bilet alıp, oraya gelmiş insanlarla, nefes nefese paylaşmanın, iki saatliğine gerçekten Şehnaz, Nigâr, Elmire, Bayan Johnstone olmanın, dünyanın o sahnedeki oyuncular ve seyirciler için iki saatliğine durmuş olmasının verdiği mutluluk bambaşka. Onu biz ve seyircimiz biliriz...

Hiç keşkeleriniz oldu mu? İyi ki bunu yaptım dedikleriniz neler?

Oğlum dünyaya gelmeden önce keşke dediğim çok şey vardı. Şimdi bütün o ‘keşke’ler için şükrediyorum. Hiç keşke kalmadı hayatımda.

iyi ki dediğim çok şey var. Ama yıllardır istikrarlı bir şekilde, binlerce kez tekrar ettiğim tek cümle "İyi ki hayalimin peşinden gidip oyuncu olmuşum" oldu.

Elif Melda Yılmaz en son ne zaman ağladı?

Hep ağlarım ben. Sevinince ağlarım. Üzülünce ağlarım. Yaratılış mucizesi olan her muhteşem varlığı gördüğümde, duygulanıp ağlarım. Çok iyi bir sanat eseri ağlatır beni. Sulugöz bir insanım ben.

En çok neye kızarsınız?

Son birkaç yıldır en kızdığım şey, Türkçe karşılığı olan yabancı kelimelerin uyduruk bir şekilde kullanılarak, dilimizi kirletmesi. Hele hele bunu, yabancı dil bilen insanlar yapınca daha çok kızıyorum. Bazen, elimde televizyon kumandası gibi bir alet olsa da, yazım kurallarımıza uymayan, Türkçe boğumlamasına uygun olmayan, üstelik söylenmesi çok zor olan, bu yabancı kelimelerin, kalıpların, Türkçe anlamını bildiği ve kullanabileceği halde, yabancısını kullanmayı tercih edenlerin, sesini tamamen kısıversem diye hayâl kuruyorum.

En çok neye gülersiniz?

Hayata, insana, doğaya hep tebessüm ederim. Gülümsemeden güne başlamam. Ama bana komik gelen çok az şey vardır Çok zor gülerim. Mizah anlayışım da biraz farklıdır. Mesela bir komedi oyununu izlerken, herkesin birlikte kahkaha attığı sahnelerde, ben hemen hemen hiç gülmem. Ama aynı oyunda, kimsenin gülmediği bir sahnede, tek başıma yüksek sesle kahkaha attığımı fark edip, sesimi alçalttığımı hatırladığım çok an var. Son olarak, kovid salgınında kaybettiğimiz sevgili oyuncu arkadaşım, Luran Ahmedi’nin, yapımında ve oyuncu kadrosunda yer aldığı Limonata filmine çok güldüğümü hatırlıyorum.