Günler geçiyor. Sabah oluyor, akşam oluyor. Adalar’da kahveler doluyor, Odunpazarı’nda taş sokaklar suskun. Sokaklar aynı, insanlar benzer. Ama içimde bir şey ağırlaşıyor. Hasret dediğimiz şey bağırmıyor. Sessizce gelip yanına oturuyor. Eski bir şarkı gibi, yarım bir ezgi gibi… Yalnızlığın sesi belki de böyle bir şey.
Ayrılıklar yaşandı, evet. Büyük laflar edilmedi arkasından. Kimse suçlanmadı. Ama bazı duygular bir daha yerinden kalkmadı. Beklemek kaldı geriye. Ne bir haber, ne bir işaret… Sadece beklemek. Belki bir insanı değil; yarım kalmış bir duyguyu.
Bazen soruyorum kendime: Uzak olan gerçekten biri mi? Yoksa ona dokunamayan taraflarım mı benden uzak düştü? Aynı sokakta yürüyüp, aynı gökyüzüne bakıp, aynı yıldızı tutamamaktır belki de asıl ayrılık.
Zaman geçiyor. Ama zaman her şeyi alıp götürmüyor. Bazı sevgiler geçmiyor. Eskişehir akşamları gibi… Sessiz, serin ve içe çöken bir hâl alıyor. Hatıralar, Porsuk’un suyuna bakar gibi duruyor insanın içinde: ağır, sakin ve hüzünlü.
Akşamüstleri daha zor. Tramvaylar geçiyor, lambalar yanıyor, hayat devam ediyor. Ben de ediyorum elbette. Ama içimde, kimsenin görmediği bir yerde, hasret sessizce oturuyor. Konuşmuyor; varlığı yetiyor.
Beklemek…
Bazen bir insanı değil, kendi kalbimin eksik kalan yarısını bekliyorum. Ve biliyorum artık: bazı sevgiler kavuşmak için değil, insanın ruhunda uzun süre kalmak için yazılmıştır.
Ama şunu da unutmamak gerekir:
Eskişehir’de hasret romantik bir süs değildir. Günlük hayatın içine karışan, sokağa çıkan, tramvaya binen bir gerçektir. Sevmenin yetmediği yerde insan ya yüzleşir ya vazgeçer. Beklemek ise bir erdem değil, bir tercihtir. Ve her tercih, insanın kendisiyle verdiği bir karardır.
Ben bugün, Eskişehir’de, tam da bu kararın eşiğindeyim.