Toplum, bize başkalarını öncelemeyi erdem sayarak öğretir. “Kendini feda etmenin” neredeyse kutsandığı bir kültürel anlatı içinde büyürüz. “Kendi yemez, yedirir”, “Evladını düşünür, kendini unutur insan” gibi cümleler, yalnızca sevgi değil, aynı zamanda bir özveri standardı yaratır. Ve bu standart, zamanla bir yük haline gelir. Çünkü ne kadar çok verirsen, o kadar az sorgulanırsın. Ne kadar çok beklentiyi karşılarsan, o kadar “iyi insan” sayılırsın...
Ama burada ince bir kırılma noktası doğar: Kendini ihmal etmeye övgü düzeni kurulur.
Bu noktada biz, kendi ihtiyaçlarımızı bastırmayı öğreniriz. Bu sessizce gelişir. Gözle görünmeyen bir eğitim gibidir. Kimse doğrudan söylemez ama herkesin davranışlarıyla verdiği bir ders vardır: “Kendini düşünme.”
Bir bakarsın, herkesin işini sen yapıyorsun ama biri senin için bir şey yaptığında rahatsız oluyorsun. Bir bakarsın, birine sınır çizdiğinde bütün gün suçluluk hissediyorsun.
Çünkü biz, suçluluğu vicdanla karıştırmaya programlanmışız...
Ama vicdan adaletle ilgilidir; suçluluk ise çoğu zaman boyun eğmeye çağırır.
Vicdan, haksızlık yapmamak ister. Suçluluk, başkalarını memnun edememekten doğar.
Ve insan, uzun süre boyun eğerse, önce belini, sonra sesini kaybeder.
İçeriden bir şey susar. Ve bu sessizlik, çoğu zaman zarif değil, bastırılmıştır...
Bazen kendime soruyorum:
“Bu sessizliği ben mi seçtim, yoksa alıştığım için mi sustum?”
Çoğu zaman bu sorunun cevabını net veremiyorum. Çünkü suskunluklarımızın bile adını koymamışızdır. Ne zaman “boş ver” desek, gerçekten mi boş verdik, yoksa içimizdeki dolu olanı susturduk mu?
Kelimelere dökülmeyen duygular, bedende, ilişkilerde, gündelik hayatta başka yollar bulur kendine.
İç sesin sustuğu yeri beden anlatır: Yorgunlukla, baş ağrısıyla, kırgınlıkla, alınganlıkla, ilgisizlikle…
Çünkü insan kendine kıyamadığında, başkalarına da doğru düzgün varamaz aslında.
Ne kadar çok özveride bulunduğumuzu sanırsak sanalım, kendimizi yok saydığımız ilişkilerde yavaş yavaş siliniriz ve hiçbir bağlamda kendinden silinmiş bir insanın varlığı sağlıklı bir denge yaratamaz. Bu yalnızca bireysel bir sorun değil, sistematik bir durumdur. Özellikle kadınlar, bakım emeği ve duygusal işçiliği görünmez biçimde üstlendikleri aile, iş ve toplum ortamlarında, “kayırmama” erdemiyle sessizliğe mahkûm edilir.
Ancak bu mahkûmiyet bir gün isyanla değilse bile yorgunlukla kendini gösterir.
Ben şöyle bir alıştırma yapıyorum bazen. Basit ama çarpıcı:
“Bugün kendime hangi küçük hakkı vermedim?”
Belki birkaç dakika fazladan dinlenmeyi.
Belki gerçekten istemediğim bir şeye ‘hayır’ demeyi.
Belki kendimden özür dilemeyi.
Belki kendimi affetmeyi.
Çünkü çoğu zaman kendimize reva görmediğimiz şeyler başkaları için “kolaylıkla” harcadığımız şeylerdir...
Kendini kayırmamak, çoğu zaman başkalarını koruma bahanesiyle kendinden vazgeçmek anlamına gelir.
Ama bu vazgeçiş, büyülü ya da yüce değildir.
Bu, yavaş yavaş silinmektir.
Sesi duyulmayan, ihtiyacı karşılanmayan, görünmeyen bir kendiliğin çöküşüdür.
Ve o çöküş, önce içimizde olur. Sonra hayatımıza sızar: Kararsızlık olarak, öfke olarak, kendimize güven eksikliği olarak, tükenmişlik olarak.
Bu yüzden belki de en baştan öğrenmemiz gereken şey şu:
Kendini kayırmak, bencillik değil, var olma hakkının tanınmasıdır.
Kendi sınırlarını bilmek, başkalarının sınırlarına da daha fazla saygı duyabilmenin temelidir.
Kendi ihtiyaçlarını fark eden bir kişi, başkalarının ihtiyaçlarını daha sahici bir yerden duyabilir.
Son olarak şunu önermek istiyorum. Kendinizle baş başa kalabileceğiniz bir an yaratın. Bir deftere, ya da sadece zihninizde, şu iki soruyu sorun:
- Bugün kendimi kayırmış olsaydım, ne yapardım?
-Ve neden yapmadım?
Cevaplar hemen gelmeyebilir. Belki biraz içten içe direnç bile hissedersiniz. Ama bu soruların kendisi bile, zamanla görünmez olanı görünür kılar...
Sevgiyle ama bu kez kendinizi unutmadan kalın... Gerisi zaten dengede buluşur.