Karanlığın Yüreği

“Mesele, yetenekli bir yaratık olarak Kurtz’un, tüm meziyetleri arasında bir tanesinin, kelimeleri kullanma yeteneğinin, diğerlerinin çok önünde olmasıydı; öyle ki, kelimeler adeta gerçekten sizinle birlikte, yanınızdaymış gibi bir his veriyordu-şaşırtıcı, aydınlatıcı, en yüceltilmiş ve en çok tiksinilen, nabız gibi atan ışık seli ya da akıl ermez, nüfuz edilmez, zifiri bir karanlığın yüreğinden gelen aldatıcı bir ifade yeteneği.” (s.110)

Tarihe ve günümüze bakınca anlarız ki, insanoğlunun doymaz bir iştahı var.

İnsanoğlu tarih boyunca geri kalmış ülkelerin zenginliklerini sömürmüş, açgözlülükle çöreklendikleri ülkenin halkını kendine köle etmiş, vicdana sığmayan kıyımlar yapmıştır. Köleler insan olarak görülmediğinden yargı önünde hesap da vermemişlerdir.

Yine de unutmayalım; sömürgeciler, insanlığın vicdanında birer mahkûmdurlar.

Günümüze gelince, artık sömürgecilik tahakküm değiştirdi. Çeşitli hileli güdümlemelerle geri kalmış halklara mali yardım, sosyal yardım ve destek kisveleriyle yarattıkları özenti sonucu, bizzat o halkların da rızasıyla sömürü düzenlerini sürdürüyorlar. Dolayısıyla çağımızın sömürgecileri de, hiçbir hukuki ve ahlaki sorumluluk almıyor, üstüne “üstün hizmet” gerekçesiyle itibarlı ödüller bile alabiliyorlar.

İşte bu değişen sömürü dünyası içerisinde, sömürülen halklarda farkındalık yaratabilmek için, ibretlik sömürgecilik tarihini de bilmek gerekiyor.

***

Polonya asıllı İngiliz yazar Joseph Conrad, denizcilik yıllarında, Kongo’ya yaptığı bir seferden esinlenerek bir kısa roman/uzun hikâye yazmış; üstelik de 20 yaşında öğrendiği İngilizceyi. Birçok kişiye göre emperyalizm üzerine yazılanların arasında birinciliğe oynayabilecek bir eser.

Karanlığın Yüreği (Heart of Darkness), 1800’lü yılların Avrupa sömürgeciliğine eleştirel bir yaklaşımla, o yılların uygarlık maskesini düşürmektedir.

Kitap, yaklaşık 25 sayfalık analiz içeren önsöz, 125 sayfalık roman ve Conrad’ın Kongo seyahatinde tuttuğu günlük notlardan oluşuyor.

Zorlayıcı okuma diline sahip olduğunu söyleyebilirim. Yine de İngiliz edebiyatının kült eserlerinden biri sayılmakta.

Cümlelerin arasında Afrika’nın vahşi doğasının fotoğrafını fark edebiliyoruz.

Bu fotoğrafta da sömürgeciliğin acımasız, karanlık, insanlık dışı haline ve acıya teslim olmanın, umutsuzluğun tüm biçimlerine giriliyor.

Medeniyet maskesiyle altın ve fildişi uğruna aşağılanan, böcek gibi öldürülen kara adamları, satır aralarının loş ışığında görmek mümkün.

***

Marlow, heyecan ve para için bir şirketin gemi kaptanı olarak Belçika’nın sömürgesi Kongo’ya gider. Görevi, iç istasyonda en fazla fildişini topladığı için dahi olarak görülen Kurtz’u İngiltere’ye geri götürmektir.

Marlow, eski gemiyle nehrin karanlık derinliklerine doğru yol alırken bilinçaltında da ruhsal bir yolculuğa çıkar.

Kurtz ise, sözde aydın (!) toplumun bir meyvesi. Sömürgeciliğin bir neferi olarak emperyalizmin sahte sloganlarının ışığı altında kendini tanrılaştırmış, uygarlık getirmeye gittiği coğrafyada manen iflas edince içindeki karanlık ortaya çıkmış. Yerlileri köle gibi çalıştırmış, yüzlercesini öldürmüş.

Kongo ile bütünleşen Kurtz dönmek istemez ama çok hastadır. Gemiye alınır ve bir süre sonra da ölür.

Yazar, emperyalizmin yozluğunu Kurtz’un bedeninde somutlaştırmıştır.

***

Kitabı okurken karanlık metaforunun yerlilerin siyah derilerini mi, kaderlerini mi, istilacıların kalplerini mi, yoksa yaşananların utancını mı ima ettiğini tam olarak anlayamadım.

Galiba hepsi…

Nietzsche “uzun süre uçuruma bakarsan uçurum da sana bakar” demiş.

Okuyunca ve düşününce, içimizde oluşan uçuruma bakma huzursuzluğuyla, içsel yolculuğumuzun merdivenine bir basamak daha eklemiş oluyoruz.

Karanlığın yüreği sömürülen ülkelerde mi, yoksa sömürgeci Avrupa’nın derinliklerinde mi daha hızlı atıyor?” diye de sormadan edemiyoruz.

“Karanlığın Yüreği” karanlığı önemsemiş;

Günümüzün sorunu ise yüreklerin karanlığı…

Mandela’nın sözü geliyor aklıma:

“Affet ancak unutma!”

***

“Yavaş yavaş ölüyorlardı; bu çok açıktı. Düşman değillerdi; suçlu değillerdi; onlar, artık bu dünyaya ait olmaktan uzak, yeşilimsi bir loşluk içinde allak bullak olmuş halde yatan, hastalıklı kara gölgelerden başka bir şey değillerdi. Süreli sözleşmelerinin meşru sınırları içerisinde, sahil şeridinin gizli koy ve girintilerinden tutulup getirilen, yabancısı oldukları sevimsiz ortamlarda kaybolmuş, bilmedikleri yemekler yedirilmiş bu insanlar hastalandılar, elden ayaktan düştüler ve sonra sürünerek bir köşeye sığınıp dinlenmelerine izin verildi. Can çekişen bu şekiller hava kadar özgür, neredeyse hava kadar inceydiler.” (s.59)