O sabah uyandığında bir şeylerin değişmiş olduğunu fark etti. Pencereye yaklaşıp dışardaki baharı seyretti. Her canlıda bir telaş vardı sanki; ağaçlar yapraklarını yeşilin tonlarına boyuyor, çiçekler gökkuşağından çaldıkları renkleri taç yapraklarında arılara sunuyor, kuşlar yeni doğan yavrularına ilk uçuşta neler yapılması gerektiğini anlatıyorlardır bağırarak; Yaşamak ve soyunu sürdürebilme kaygısıyla…

Dağlara çevirdi gözlerini; uzun uzun baktı ormanın ortasında kümelenmiş kar birikintilerine. Yeşille beyaz toprak ve gökyüzü ne kadarda ilginç bir tablo oluşturuyorlar diye düşündü. Tam pencerenin önünden çekiliyordu ki bir arı düştü pencerenin pervazına; soluk soluğaydı. Polen depolamıştı; onlarca çiçeğin sergilediği sanat eserlerini dolaşırken hepsinden birer örnek koymuştu mahmuzlarına. Kovanına götürüp bal yapmak için emdiği nektar fazla geldiğinden vücudu ağırlaşmış kanatlarına zahmet vermeye başlamış olacak ki atmıştı kendini, pencerenin arkasındaki adama aldırmadan. Petek gözlerinin tam ortalarına bırakılan yumurtaların yanı başlarına sıkıştırarak yığacağı çiçek tozlarını bekliyordu ana arı. Bir an önce koloniyi çoğaltmak ve hızla geçen bahardan nasiplenebilmek için soluklandı ve yeniden uçtu; yorgun argın.

Arının bu telaşı hoşuna gitti.

Kahvaltı yapmayı erteleyerek pencereyi araladı. Baharın kokusunu duyar olmuştu ilk kez; Derin bir nefes aldı; havayı ciğerlerine hapsetti adeta. Bir süre öyle durdu. “Yaşam ne kadar güzel” diye düşündü. Baş ağrıları da yoktu bugün. Zihni bulanık değildi. Gözleri her güzelliği gördüğü gibi burnu da en ince ayrıntılı kokuları iletiyordu beyin bilgisayarındaki haz noktalarının tüm kapılarına güm güm vurarak.

Kollarını havaya kaldırıp indirerek derin derin soludu. Bir ayinde aynı sözcükleri bıkmadan yineleyen şamanist ustalığında baharı ciğerlerine doldurup boşalttı. Hoşuna gitmişti bu eylem. Gizli bir haz duydu beyninin karanlıklarında. Görerek, koklayarak, düşünerek yaşıyor olmanın sevinci dalga dalga yayıldı vücudunun her hücresine. Oksijen sarhoşu oldu.

Gül ağacının yaprakları arasından yeni çıkmış goncaya takıldı gözleri. Ha açtı açacak gibi duruyordu sanki. İzlese, bir iki saat sonra patlayarak dünyaya merhaba diyen kan kırmızısı yaprakları görebilecekti.

Düşünmesini, güzellikleri görmesini engelleyen, ısrarla beyninin uyuşuk kalmasını isteyen arkadaşlarını anımsadı. İlk kez onların yokluğuna sevinmişti.

Banyodaki aynaya baktığında gördüğü yüzü kendine benzetemedi bir an. Gözlerindeki kızarıklık yok olmuş gülümsemeye dönüşmüştü akları. Sarı cildi kırmızılaşmış gülün rengiyle yarışmak için kulvarda hazırlanan sporcunun gergin yaya benzeyen vücudu gibi canlıydı. Dilindeki pas azalmış, ağzındaki acılık yoktu.

Soğuk suyu yüzüne çarptıkça daha da açıldı, rahatladı.

Yıllardır anasının memesini emen çocuklar gibi ağzından düşürmediği, gevdiği sigarası karşısında duruyordu. İlk gençlik yıllarında tanıştığı ve kırk yıldır bir gün bile yanında ayırmadığı arkadaşına baktı soğuk soğuk. “Seninle ilgili kararımı da bugün vermeliyim” diye düşündü.

Bir ay önce taşa vurarak kırdığı rakı şişesi gibi paketi eline aldı ve atmaya hazırlanırken aklına bir şey geldi.

Bahçeye indi ve gül ağacının dibini kazdı. Jelatinini bile açmadığı paketini çukura koyarak üzerine toprakla  örttü.

Yıllardır birlikte olduğu iki kadim dostunu kaybetmenin hüznünü yüreğinde yaşamadan yürüdü…