Köylünün birisi Valiyi köye davet ediyor. Vali köylünün ısrarlı daveti üzerine şehrin ileri gelenlerini de bir otobüsü doldurup, o köye gidiyor. Köylü Valiyi görünce seviniyor. Ancak bir otobüs adamı görünce inceden rengi atıyor. Ne yapsın? Köylüm cömert. Elinde avucunda ne var ne yok yedirip, içirecek. Önce kuzu çeviriyor, arkasından pilavlar getiriyor. Şehirlinin önüne koyuyor. Şehirli doyar mı? Diyorlar ki; ‘tavukları da kesin.’ Tavuklar kesiliyor, pişiriliyor. Getirilip, misafirin önüne konuyor. Köylüm bakıyor. Misafirler hala aç. Ya diyor! ‘Balları ve kaymakları da getirin.’ Ballar kaymaklar geliyor. Taze pişen ekmeklerin arasında kaymaklar eriyor. Üzerine ballar dökülüyor. Şehirli ballı ekmeğini yiyor, yiyor, yiyor. Ama doymuyor. Hala aç. Şehirli ‘aç gözlerle daha yok mu?’ diye köylüye bakıyor. Köylü dertli! ‘Şehirliyi doyuramadım’ diye dövünüyor. Artık köylü Valinin yüzüne bakıyor. Valinin bir şey demesini bekliyor. Ama Vali köylünün halinden anlamıyor. En son köylü diyor ki! ‘Vali Bey hoş geldiniz, safalar getirdiniz. Bizi çok mutlu ettiniz. Yediniz içtiniz. Helali hoş olsun.’ Ama diyor! ‘Kusura bakmayın. Artık benim size pişirip verebileceğim hiçbir şey kalmadı. Ama derseniz su kaynatayım yıkanırsınız.’

Ülkemizde toplumda kendisini iyi eğitimli, saygın meslek sahibi, dindar, ahlaklı, dürüst, iyi bir anne, iyi bir baba olarak gösteren bazı insanların aslında öyle olmadıklarını sık görüyoruz. Bu insanlar daha fazlasını tamah etmek (aç gözlü davranmak) için toplumda ve ailede savunduğu ahlaki ve insani değerleri bir çırpıda yok sayıyor. Bunu yaparken de kendi evlatlarını bile hiçe sayabiliyor.  ‘Daha lüks ortamda yaşayacağız’ kandırmacasıyla onları istemedikleri ortamlarda tanımadıkları kişilerle yaşamak zorunda bırakabiliyor. Kalpleri o kadar para ve mal hırsıyla dolu olduğu için aslında en değerli olan varlıklarının haykırışları ve feryatları karşısında sağır olabiliyorlar. Veya işlerine öyle geldiği için ‘duymak’ istemiyorlar.  Oysa her türlü tedaviyi olmalarına rağmen çocuk sahibi olmayan o kadar insan varken, kendi egoları için evlatlarını çocukluk ve ergenlik döneminde cehennem azabı yaşatıyorlar. İnsanlar kendi arabalarını bir başkasına emanet verirken imtina ediyor. Çizer, kaza yapar diye endişeleniyor. Yani arabalarına o kadar çok önem veriyorlar ki!  Ama en değerli varlıkları olan çocuklarının onayını almadan, ‘Hayat benim. Bu kararı ben veririm’ diye onları istemedikleri başka birinin evinde, köşkünde veya villasında yaşatmaktan çekinmiyorlar. Toplum içinde; “Evladımın ayağı taşa değse benim yüreğim kanar diye süslü laflar söyleyenler çocuklarına bu durumu; “Alışırsın, alışacaksın. Aynı durumda olan bir tek çocuk sen değilsin. Herkes alışıyor” diye dikta etmekten bile çekinmiyorlar. ‘Niye evladım onlarla aynı durumda olsun? Niye onlar gibi üzülsün. Hayata küssün.  İstemediği ortamda tanımadığı kişilere ait evde yaşamak zorunda kalsın’ diye düşünmek akıllarına bile gelmiyor. Emellerine bir an önce ulaşmak için örnek olması gerektiği çocuklarına bile yüzleri kızarmadan yalan söyleyebiliyorlar. ‘Söz senin haberin olmadan evlenmeyeceğim’ masalını anlatıp; kendi evlatlarından gizli bir şekilde ‘imam nikahı’ kıyarak, işi oldu bitti’ye getirebiliyorlar. Çünkü kendi zevkleri, çıkarları ve mutlulukları her şeyden ve her etik değerden çok önemli. Bu baskıdan  ve dayatmadan dolayı o çocuğun ileriki yaşlarda yaşayacağı travmaları ama ve ama hiç önemsemiyorlar. Arkadaşın emanet ettiği aracı kazayla pert ederse,  yenisini alırsın. Ama çocuğun senin bencilce ihtirasın yüzünden kaybolup giderse, yenisini alabilir misin? Amaçlarına ulaşmak için kendi çocuklarının geleceğini ve hayallerini yok etme pahasına her şeyi mubah gören ve yanlışlarını resmi olmayan nikahlarla temizlemeye çalışan anne ve babalara sesleniyorum; “Su kaynatayım yıkanırsınız”