COVİD-19 salgını modern dünyanın sarsılmaz görülen tüm kalelerini sarsan bir olguya dönüşmekte. Durumun insan sağlığına etkisinin yanında toplumsal hayata olan etkileri de çok ağır. Hal böyleyken her alanda pandemi süresince toplumsal hayatın nasıl sürdürüleceği ile ilgili çalışmalar ve düzenlemeler ortaya koyuluyor. Tüm dünya bir yandan bu salgına çare ararken bir yandan da salgın sonrası hayatın nasıl şekilleneceğine kafa yoruyor. Öyle ki; hayatın sürekliliği, alışa geldiğimiz gündelik hayatımızın sürdürülebilirliğiyle birlikte gelişiyor. Bir arada yaşadığımız kentlerde hem salgına karşı mücadele ederken hem de gündelik hayatımıza nasıl devam edeceğimiz ciddi bir sorun halinde. Sosyal hayat, iş ve eğitim hayatı; yani genel bir çerçeveden bakıldığında “gündelik hayat”, her şeyi ve herkesi bir biçimde birbirine bağlı kılıyor. Dolayısıyla bir araya gelmeme gibi bir şansımız yok. En azından geçmiş alışkanlıklarımız bir anda değişemiyor. Gündelik hayatı basit eylem ve pratikler üzerinden zamanlara bölersek; iş/eğitim zamanları ile boş zaman olarak ikiye ayırabiliriz. Bu gündelik hayat felsefesinin de kapitalist kentleri tanımlamakta kullandığı basit bir ayrım. Boş zaman; işten veya eğitimden arta kalan zamanımızda bize ait olan bir zamanı tarif ediyor. Boş zaman eylemliliği ister istemez bir sosyal hareketliliği de beraberinde getiriyor. Çoğunluğun hafta sonlarında tatil yaptığı bir kentte bu durum ister istemez evden dışa doğru bir eyleme dönüşüyor. Sınırlı sosyalliğin hakim olduğu bu günlerde kamusal alanlarda salgın açısından düşündürücü kalabalıkların oluşmasına neden oluyor.

 

Pandemi Sonrası Kamusal Alan Kullanımı

Kent planlama alanındaki uzman ve bilim insanları pandemi süresince kentsel mekanda insanların bir araya gelme koşullarını tartışan öneriler geliştiriyorlar. Bu önerilerin en temel ölçütlerinden biri de sosyal mesafe kuralları ile birlikte gelişiyor. İşlevsel bir mekanın, yerin (açık veya kapalı) fiziki koşulları, o mekanda gerçekleşmesi öngörülen eylemlerin ihtiyacı olan hareket alanı veya durağan bulunma koşulları ile belirlenebiliyor. Çoğu durumda bu koşulları belirleyen bir sürü dış etmen de etkili olabilmekte. Şimdilerde ise bu birlikteliğin fiziki büyüklüğünün tayinine veya mevcut bir büyüklüğün (mekanın) kullanımı için oluşturulacak düzenlere sosyal mesafe ölçütü de eklenmiş durumda. Sosyal mesafe ya da fiziki mesafe mekanın fiziki koşullarının belirlenmesinde hayatımıza giren önemli bir zorunluluk halini almaya başladı. Bu mesele mikro ölçekten makro ölçeğe her şekilde toplu olarak kullanılan mekanın üretiminde mimarlık ve planlama literatüründe yerini alacağa benziyor. Örneklerini birçok kentte de görebildiğimiz açık kamusal alanların kullanımı için geliştirilen sosyal mesafeye dayalı çizgisel sınırlamalar, toplumun ortak olarak kullandığı açık alanlarda insanların sosyal mesafeyi korumaları için bir yöntem geliştiriyor. Mimar ve kent plancılarının belli ölçeklerde kağıda döktükleri çizimlerde yer alan sınırlar, çizgiler artık gündelik yaşantımızın da içinde yer alıyor. Bu yöntem kentsel mekanların pandemi ile birlikte nasıl şekilleneceğine dair ipuçları veriyor. Yadsıyamayacağımız bir gerçek var ki, o da kentlerdeki açık alanlara olan ihtiyacın giderek daha da artması. Bu süreçte görüyoruz ki salgın korkusu sürerken çalışmak ve normal hayata dönmek zorunda olan insanların boş vakit ihtiyaçlarını karşılayabilecekleri, virüsün yayılma imkanın kapalı ortamlara kıyasla daha düşük olduğu tek yerler park ve meydanlar gibi açık oturma alanları. Mimar ve şehir plancıları gibi kent planlama alanında uzman kişiler ve meslek örgütleri kentsel açık alanların kent planlamasındaki önemini öteden beri vurguluyorlar. Covid-19 pandemisi talihsiz bir biçimde bu koşulları daha da görünür hale getirdi. Tabii bu alanları nasıl kullandığımız da önemli. Birçok kentte olduğu gibi Eskişehir’de de boş zaman faaliyetleri, ortak kullanılan kentsel mekanlara kayıyor. Bu açıdan çokça imkanı olan kentimizde süreci psikolojik olarak daha az hasarla atlatabileceğimiz imkanlar mevcut. Fakat şu noktada bir parantez açmakta fayda var. Parklarda bir araya gelip sosyalleşen insanların tükettiği ürünlerin ambalaj atıkları, çekirdek kabukları ve sigara izmaritleri halk sağlığını tehdit edecek boyutlarda yerlerde, oturulan çim alanlarda bırakılıyor. Damlacık yoluyla bulaşan bir salgının devam ettiği koşullarda bile, insanların çekirdek kabuğu ve izmarit gibi virüs taşıması muhtemel çöplerini yığınlar halinde oturdukları yerlere bırakmaları (bunu söylemek bile zul) anlaşılır gibi değil.

Pandemi süresince ve pandemi sonrası hayatta sağlık alanında çalışan bilim insanlarının söylediklerini takip etmek muhakkak önceliğimiz olmalı. Amacımız salgını en az hasarla atlatmak, sağlık çalışanlarının işini zorlaştırmamak ve elimizden gelenin en iyisini yapmak. Hayatın devam etmek zorunda olduğu koşulları göz önünde bulundurulduğunda ise sağlıklı bir çevreyi inşa etmenin de önemi büyük. Bunların sağlanabilmesi için de toplumsal hayatın ihtiyaç duyduğu mekansal düzenlerin de yeniden koşullandırılması ve gözden geçirilmesi gerekmekte. Bu koşullar içinde kentsel kamusal alanların üzerine ilerici bir bakışla düşünülmesi önceliklerimizden biri olmalı. Kamusallığın tüm bileşenleriyle birlikte sağlıklı ve özgür alanlara kavuşabilmemizin de temelinde bu incelikli bakış yatıyor. Her ne kadar gerekmedikçe evlerimizden çıkmamamız uyarıları yapılsa da iş ve eğitim hayatı içerisinde zorunlu olarak dışa bağımlı bir gündelik hayatı yaşıyoruz. Evden çıkmamak bir zorunluluk haline gelse bile, harekete ve etkileşime ihtiyaç duyan beden ve zihinlerimiz dışa doğru uç vermeye her koşulda devam edecektir.

İlgili linkler:

https://www.archdaily.com/938599/the-gastro-safe-zonea-public-space-proposal-respecting-social-distancingmeasures

https://www.bloomberg.com/news/articles/2020-07-14/10- design-concepts-for-city-living-undjer-covid-19

https://www.designboom.com/design/mi-casa-your-casaplayful-urban-installation-social-distancing-06-19-2020/

https://www.jckeller.fr/en/creations/cubic-inflatables/