Serhat Süha Özcan kimdir? Nerelidir? Kaç yaşındadır?

Serhat Özcan, 29 Kasım 1961 tarihinde Sinop’ta doğmuştur. Tam adı Serhat Süha Özcan'dır. Tiyatrocu Reha Özcan (d.1965) abisidir. Gemlik lisesinden 1978 yılında mezun oldu. 1981 yılında İstanbul Belediye Konservatuarına devam etti.

Tiyatroya ne zaman başladınız? İlk rolünüz neydi? Tiyatronun hayatınızdaki yeri nedir?

Tiyatroya 1978 yılında başladım. İlk oyunu çok net hatırlayamadım. Çünkü aynı anda birkaç oyunda oynadım. Devlet Tiyatrosunda ‘’Kösem Sultan’’ oyununda oynadım. Aynı zamanda Tuncer Özener tiyatrosunda oynadım.

Rollere nasıl hazırlanıyorsunuz? Hazırlıklar ne kadar sürüyor?

Rollere hazırlanırken, tabii bunun bir sürü bilimsel yöntemleri var. Nasıl bir insanı oynuyorsam, sahnede karakterine kadar ve araştırıyorum. Örneğin 50 yaşında bir insanı oynayacaksam, 50 yaşında tanıştığım bir insanla ilk kez yüz yüze geliyorum demektir. Dolayısıyla 50 yıl neler yaşamış sosyolojik, psikolojik, sınıfsal meselesi, toplumun hangi katmanda yer aldığı neyi isteği nasıl aşamalardan geçtiği neler okuduğu hepsini biraz araştırmaya çalışıyorum. Bütün bunlardan yola çıkarak hayatın içindeki duruşu hem fiziksel olarak hem anlayış olarak bunları da çözümledikten sonra çalışmaya başlıyorum. Tabii bu çok yakın tanıdığımız karakterler olduğu zaman daha zaman alıyor ama çok derinlikli karakterleri olduğu zaman özellikle de psikolojik derinliği fazla olduğu zaman daha uzun araştırmalar gerekiyor.

“Tiyatro diye geçinen ve hala gemisini yürüten kaptanlar var. Ama nasıl kaptan olduklarını hangi gemide olduklarını bilmiyorum. O gemilere hiç binmedim çünkü.”

Türkiye’de Tiyatro hak ettiği yerde mi sizce? Tiyatronun hak ettiği yere gelmesi için ne tür çözüm üretilmelidir?

Türkiye'de tiyatro hak ettiği yerde mi diye bir soru sormuşsun. Vallahi hepimizin gördüğü gibi Türkiye'de tiyatro hak ettiği yerde değil. Bölge bölge bazen hak edişler oluyor. İşte popüler tiyatro gerçek tiyatro bunun ikisini karıştırmadan bir yanıt vermek isterim. Buna atıyorum sizin şehrinizden örnek verebilirim. Eskişehir'de yıllardır muhteşem bir konservatuar ve çok iyi yetişmiş oyuncular olduğunu biliyorum. Oradaki Şehir Tiyatrosunu çok önemsiyorum, orada operanın olması, bunlar Eskişehir'e katılan güzellikler. Bölgesel anlamda yapılar çok güzel işler var tabii bu işin başkenti biraz da İstanbul Ankara gibi oralarda da güzel etkinlikler yapılıyor ama tiyatro hak ettiği yerde mi? Hak ettiği yere gelmesi için neler yapılmalı? Tiyatro hiç zaman bu ülkede hak ettiği yerde olmadı. 60’lı yılları, 1960-70 arasını hatta 1980'e kadar olan dönemi saymazsak. Bu ülke politikaları ile ilgili yani 1960, 70, 80 yıllarına kadar ülke cumhuriyetin rüzgarını arkasına alıp kültürel kalkınma anlamında çok iyi politikalar üreten özellikle ilk meclisin Milli eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel ve İsmail Hakkı Tonguç gibi adamlar o dönemde bir hamle başlattılar. Çok fazla çeviri yapıldı. Özellikle Fransız edebiyatından, İngiliz edebiyatından klasikler. Daha sonra klasik oyunlar Shakespeare oyunları gibi. Bununla birlikte bir gaz alırken 60'lı yıllarda dünyada yükselen devrim rüzgarları ile politik tiyatrolar ve ön plana çıkmaya başladı ve çok da güzel işler yapıldı. Bu dönemde altın çağını yaşadı tiyatro. Ondan sonra üst üste gelen ABD destekli askeri darbeler direk solu harcadı. Saldırdığı soldu. Çünkü Yeşil Kuşak projeleri Bugünlerde Büyük Ortadoğu projesine dönüşen proje hep birbirini devamın yani emperyalizmin güdümündeki az gelişmiş kapitalist toplumlara dağıtılan bir sürü şeyler belirleyen yaşam biçimleri dolayısıyla tiyatroda her zaman bundan nasibini aldı. Özellikle muhalif tiyatro. Hani adına tiyatro bile diyemeyeceğiniz bir sürü tiyatro. Tiyatro diye geçinen ve hala gemisini yürüten kaptanlar var. Ama nasıl kaptan olduklarını hangi gemide olduklarını bilmiyorum. O gemilere hiç binmedim çünkü. Hak ettiği yere gelmesi için, toplumun hak ettiği yere gelmesi lazım önce. Toplumun hak ettiği yeri nasıl belirleyeceğiz? Nasıl yapacağız? Tabii ki üretime önem vererek yapacağız. Yani üretmeden tüketen bir toplum yok olmaya mahkumdur. Bence şu anda bizim de gidişatımız bu yönde. Her şey biterken tiyatronun yükselmesini beklemek biraz saflık olur diye düşünüyorum. Dolayısıyla bunları birbirinden ayıramayacağız diye düşünüyorum. Çok iyi oyuncularımız var. Çok iyi yönetmenlerimiz, çok güzel insanlarımız var. Mesleğimizi çok severek yapıyoruz fakat liyakat sistemi her işte olduğu gibi bize de geçerli değil. Dolayısıyla bilen bilmeyen herkesin el attığı bir dal olunca tiyatronun da suyu çıkıyor zamanla. Bildiğimiz yolda ne kadar gidebiliyorsak o şekilde yapmaya çalışıyoruz hala tiyatroyu. Bazen buna olanaklarımız oluyor bazen olmuyor. Olduğu zamanlarda yapıyoruz olmadığı zamanlarda gidiyoruz dizi çekiyoruz sonra tekrar tiyatro yapıyoruz. Yaşam böyle bir kurgu içinde geçip gidiyor.

“Annem hep derdi ki; “İnsan çekeceği çileye aşık olurmuş.” Tiyatro bizim ülkemizde biraz böyle bir meslek.”

Tiyatroda bir rolle seyirciyi etkileyebilmenin sizce en temel nedeni nedir?

Şimdi, seyircinin sahnede etkilenmesine en büyük etken bence, sahnedeki oyuncunun enerjisi, oyunun enerjisi, rejinin enerjisi. Çünkü ilk etapta seyircinin algısız olarak seyrederken kendin de yarattığı algı “Ben olsam bunların hiçbirini yapamazdım” oluyor bu düşünce zaten kafadan seyirciye etkilemiş oluyor. Bir de inanan insanları gördüğünüz zaman sahnede yani rol kesen değil oynayan değil inanan bize sunduğu karakteri yaşatan yaşayan, insanları olduğu zaman çok daha keyifli geçiyor seyirciye diye düşünüyorum. Yani seyirciyi etkilemek için özel bir çabam olmadı. Sahnede rolüm ne gerekiyorsa onu yaptım. Hani şu bakışın çok güzel böyle bakayım, herkesi etkilerse falan gibi bir ucubelere düşmedim.

Sanatına hayran olduğunuz ve bu mesleğe başladığınızda örnek aldığınız tiyatro sanatçıları kimdir?

Sanatına hayran olduğum çok oyuncu geçti bu ülkeden. Müşfik Kenter’ler Münir Özkul’lar Ferhan Şensoy hocamız, yeni dönemde kardeşim diye söylemiyorum Reha Özcan’lar. Yani yüzlerce arkadaşım var, ismini saymazsam ayıp olur. Birçok etkilendiğimiz, yerli yabancı oyuncular var. Ama falanca gibi olayım diye bir derdim hiçbir zaman olmadı. Çünkü onlardan var zaten. Hani beni taklit etmek yerine benden nasıl çıkar o malzeme. O adam ben de nasıl yetişir düşündüğüm için hep farklı oynadım. Birine benzeterek oynamayı sevmem. Biraz öğrencilerimi de beni taklit etmesini sevmem. Çünkü her insan yeni bir soluktur. O soluğu kesmeden bu işi yapmaya çalıştım bugüne kadar.

“Ben ‘oyunculuğumu satacağım’ diye bir adamın yıllarca uğraşıp yazdığı bir emeğinin üstüne oturarak bir şey yapmayı hiçbir zaman düşünmedim. Bence en büyük saygısızlıklardan biri de budur.”

Tiyatroyu meslek olarak edinmek isteyen gençlere ne tavsiye edersiniz? Karşılaşacakları zorluklar nelerdir?

Meslek edinmek isteyenlere söyleyeceklerim çok zor bir sürece girecekler. Aslında Türkiye'de her meslekte zor bir sürece gizliyor artık maalesef. Ya tabii tiyatronun çalışma saati 24 saat yani gece uykunuzda bile çalışırsın. Belki ezberlerimi çoğunu öyle yapmıştım farkında olmadan. O kadar çok yoğun beyninde hissediyorsun ki yaptığın işin dolayısıyla zor bir iş. Evet ama severek yaptığımız âşık olduğumuz bir iş. Bunun tam karşılığı herhalde şey oluyor annem hep derdi ki; “İnsan çekeceği çileye aşık olurmuş.” Tiyatro bizim ülkemizde  biraz böyle bir meslek. Ama yine de o sahneye çıkınca bütün rahatsızlıklarınız, keyifsizliklerimiz, her şey bir yana orada yaşanan haz orada seyirci ile bütünleşme insan olarak bir şey paylaşman aslında bireyin altyapısındaki o kendini var etme ve gösterme çabası da diyebiliriz buna. İşte burada sıkıntı egolarda başlıyor. Egoların ölmesi gerekiyor. Egolu olanları Türkçe tabiriyle uluslararası bildiğimiz tabiri ile değil “Artist’” diyorum ben yani rol kesen adam anlamında söylüyorum. Yoksa artist ne demek olduğunu hepimiz biliyoruz. Rol kesen değil, yaşayan insanlar egosunu almış, aldırmış, küçültmeyi başarmış. Hayatta yetecek kadar sadece rolünü iyi yapmak kendi işini iyi yapmak konusunda bir hırsı var o tür insanların. Onlardan olmaya çalışırım ben de. Hani arkadaşım daha iyi bir şey yapıyorsa her zaman iyi bir pasör olmayı da becerdiğimi düşünüyorum. Sivrilmek değil hep birlikte bir şey yapmak, tiyatronun ortak değerleri ‘ansambl’ dediğimiz çalışma sistemini önüne geçmeyecek bir şey yapmak ve yaptığım hiçbir şeyin metni yazan yazının üstüne çıkmayacak bir saygıyla yapmak gibi derdim oldu. Çünkü ben ‘oyunculuğumu satacağım’ diye bir adamın yıllarca uğraşıp yazdığı bir emeğinin üstüne oturarak bir şey yapmayı hiçbir zaman düşünmedim. Bence en büyük saygısızlıklardan biri de budur. Onun için sahnede tuluata da kızarım. Eğer oyun tuluatı kaldırmayan bir oyunsa.

“Türkiye'de ilk ve tek liyakat sahibi birinin yönettiği şehir Eskişehir. Büyükerşen her türlü engellemelere rağmen ne yapması gerektiğini çok iyi bildi.  Şu anda gerçekten Türkiye'nin en modern, en yaşanılası, insana en saygılı, en güzel şehirlerinden birini meydana çıkardı.”

Eskişehir’e daha önce geldiniz mi? Şehrimizi nasıl buluyorsunuz?

Eskişehir'de daha önce 90'lı yıllarda geldim. Porsuk Çayı'nın kenarında Müzikhol tarzı yerler vardı. Bir gece maalesef gitmiş bulundum oraya. Orada küçük yaşlı kızların çalıştırıldığını gördüm. Çok kısa bir süre oturup kalktım. Bir daha da Eskişehir'e gelmem herhalde dedim. Öyle bir sinirle çıktım Eskişehir'den. Sonra bir daha turnelere geldik. Fakat Yılmaz Büyükerşen geldiği zaman o elindeki sihirli değneği her şeyi değiştirdi. Çok çok donanımlı geldi. E zaten öyle bir adam olduğunu biliyorduk, şehir planlamacılığı var. Heykeltıraşlığı var. Çok iyi bir insan olduğunu, çok iyi müzik dinleyicisi, çok iyi bir sanatsever olduğunu, çok iyi bir heykeltıraş olduğunu falan hepsini de biliyordum. Onun elinden çıkınca şehir başka bir şey olur.  Türkiye'de ilk ve tek liyakat sahibi birinin yönettiği şehir Eskişehir. Büyükerşen her türlü engellemelere rağmen ne yapması gerektiğini çok iyi bildi.  Şu anda gerçekten Türkiye'nin en modern, en yaşanılası, insana en saygılı, en güzel şehirlerinden birini meydana çıkardı. Var olan şeyleri çok iyi korudu. Odunpazarı'nın güzelliklerini, tarihi dokuları korudu. Muhteşem işler yaptı. Gerçekten eli öpülesi bir adam. Yılmaz Büyükerşen Eskişehir için çok çok büyük şans. Umarım çok daha uzun yıllar yaşar. Türkiye'de onun gibi ikinci bir adam yok. Şu anda gerçekten öğrenciler için, orada yaşayanlar için, muazzam bir şehir olmuş. Ben Eskişehir'i çok seviyorum. Orada son yıllarda geldiğim her şeyde her etkinlikten çok mutlu ayrıldım. Güzel insanlar yetişiyor. Dolayısıyla toplumsal bilinç geliştikçe Eskişehir daha yaşanası bir hale geliyor.

“1994 yılında Beşiktaş Kültür Merkezi’nin açılmasıyla birlikte ‘Otogargara’ oyunuyla başladım. Sonra 1995 yılında ‘Bir Demet Tiyatro’ ile devam ettik.”

BKM Nasıl başladı? ‘’Tirbuşon’’ karakteri nasıl oluştu?

1994 yılında Yılmaz Erdoğan’ın bir tiyatro kurduğunu duydum. Bunu bana Demet Akbağ söyledi. Demet Akbağ benim konservatuardan sınıf arkadaşım. Bana ‘Yılmaz Erdoğan bir tiyatro kuruyor ve kendisinin yazdığı oyunla başlayacağız’ dedi. Oyunun adı ‘Otogargara’dır. Yılmaz Erdoğan’ın Güneş gazetesinde yazdığı ‘Otogar Yazıları’ diye bir köşesi vardı. O yazıları çok beğeniyordum. Kabul ettim. 1994 yılında Beşiktaş Kültür Merkezi’nin açılmasıyla birlikte ‘Otogargara’ oyunuyla başladım. Sonra 1995 yılında ‘Bir Demet Tiyatro’ ile devam ettik. Ben, 2001 yılına kadar devam ettim. En son ‘Vizontele’ filminde oynadım. Daha sonra BKM’den ayrıldım. Şimdi çeşitli özel tiyatrolar ve kendi yazdığım oyunlarla tiyatro yapmaya devam ediyorum. ‘Sustuklarımı Biriktirdim’, ‘Son Kişot’ kendi yazdığım oyunlardan bazılarıdır. Şu an Ayvalık’ta tiyatro yapmaya devam ediyorum.

Editör: TE Bilişim