Yaşı 45 üzerinde olan her Türk vatandaşı, siyasetin şair beyefendisi kimdir sorusuna hızlıca Bülent Ecevit cevabını verebilir. Bugün olsa garipsenecek bir yönetici nezaketine sahip olan Ecevit, meclis kürsüsünden basın toplantılarına kadar,   “Sayın” demeden kimseye seslenmezdi.  Siyasi hayatında iki darbe ve bir muhtıra görmesine karşın, bu kelime o kadar sıradanlaştı ki onun için, o günlerde, bir basın toplantısı sırasında ‘Malatya Canavarı' adıyla bilinen ve seri cinayetlerden aranan katilin yakalandığı haberini bile, “Sayın Malatya Canavarı yakalanmıştır” diyerek açıklamıştı. Kıbrıs Barış Harekâtı sonrasında “Kıbrıs Fatihi”, Abdullah Öcalan'ın yakalanışı sonrasında da "Kenya Fatihi” olarak hafızalara kazınan Ecevit’in gömleklerinden de “Ecevit mavisi” doğmuştu. 

Bülent Ecevit, 1925 doğumlu ve Robert Kolejliydi.  Babası Kastamonu doğumlu Fahri Ecevit, Ankara Hukuk Fakültesi'nde adli tıp profesörü, annesi İstanbul doğumlu Fatma Nazlı Hanım ise ressamdı. Kolej eğitiminin ardından gazeteci ve belki de daha o günlerden siyasetçi olmaya karar vermişti. 1946 yılında, Robert Kolej'den sınıf arkadaşı olan Rahşan (Aral) Ecevit ile hayatını birleştirdi. 1957'de burs ile ABD'ye giden Ecevit, sekiz ay boyunca sosyal psikoloji ve Orta Doğu tarihi üzerine incelemeler yaptı. 1950’lerde “Forum” dergisinin yazı işleri kadrosunda, 1965’de “Milliyet” gazetesinde görev yaptı. 

49 yıl süreyle siyasi hayatın içinde olan Ecevit, CHP ve DSP liderliği yaparken defalarca Başbakanlık koltuğuna oturdu. Çalışma Bakanlığı döneminde işçi haklarını yasalara yerleştirdi. 6 kez suikast girişimine uğradı. 12 Eylül sonrası Hamzakoy'da sürgün hayatı yaşadı. 81 yıllık ömrü, dürüstlüğün simgesi olarak, lüks ve şatafattan uzak geçti.

1973 seçimlerinde CHP'nin seçim kampanyasında, yaşlı bir kadının "Karaoğlan nirede ha evlatlar, Karaoğlan'ı görmek istiyom" şeklindeki sorusundan sonra Karaoğlan adı CHP'liler tarafından benimsenmiş ve ilerleyen yıllarda da Bülent Ecevit’i çağrıştıran bir sembol haline gelmişti.

Vefatından 5 ay evveldi. Eşinin ve korumalarının ısrarlarına rağmen “Fikirlerini paylaştığımız bir kişi. Gitmemiz gerek” diyerek Danıştay saldırısında yaşamını yitiren hâkim Mustafa Yücel Özbilgin’in cenaze törenine katılmak istedi. Katılmadan hemen önce şöyle bir açıklama yaptı;

“Laik demokratik Cumhuriyet’e karşı dün Ankara’da göz göre göre işlenen korkunç cinayetten Başbakan da sorumludur ve başında bulunduğu hükümet de sorumludur. Bu hükümet artık görevde kalamaz. Halkın yüzüne bakamaz...”

Cenaze sonrası üzüntüye dayanamadı. Evde fenalaştı. Cenazeden üç saat sonra beyin kanaması geçirdi. Ve 5 ay sürecek sıkıntılı bir döneme girdi. Uzun süre yoğun bakımda kaldı ve bitkisel hayata girdikten 172 gün sonra, 5 Kasım 2006 Pazar günü,  Gülhane Askerî Tıp Akademisi'nde,  dolaşım ve solunum yetmezliği sonucu vefat ettiğinde 81 yaşındaydı.

Bülent Ecevit’in heyecanlı konuşmaları esnasında en göze çarpan özelliği gözünde aniden ortaya çıkan istemsiz hareket, yani “tiklerdi.”  Örneğin telefonda istemediği veya zorda kaldığı bir durumla karşılaştığında, yüzü kararır, gerginleşir, sol gözündeki tik atak yapardı. Tiklerinin geçmişi Kıbrıs barış harekâtına kadar gidiyordu. O günlerde Türkiye’de yeni yaygınlaşan televizyonlar Ecevit’in harekât ile ilgili müjdesini, heyecanlı sesi ve istemsiz atan gözleri ile yayınlıyordu. Kıbrıs Barış harekâtı sonrasında Londra’da Kıbrıs adası garantörleri Türkiye, Yunanistan ve İngiltere yetkilileri müzakere masasında görüşmeleri başlattıklarında, Ecevit’in karşısında İngiltere Dışişleri Bakanı oturmaktaydı. İngiliz Bakan ikide bir kendisine göz kırpan Türkiye Cumhuriyeti Başbakanından rahatsız olup, başını kaldırmaz ve karşıya da bakamaz oldu. Verilen arada öğrendi ki Ecevit’in tiki vardı. Sonradan gülerek olanları yakın çevresine anlattı.

Ecevit’in tikleri ile ilgili çok daha geniş bir bilgiye rastlamak zor görünüyor. Dedikodular arasında Ecevit çiftinin Danimarka’ya bir gezi yaptığı ve sonrasında da tikinin kaybolduğu söylense de Hürriyet yazarı Ertuğrul Özkök konu ile ilgili bir yazısında, Ecevit’in tikleri için bir şey yapmadığını ve kendi kendine geçtiğinden bahsetmişti…
Ecevit İlerleyen yaşına rağmen politikaya devam etti. Ancak her geçen yıl içinde sağlığındaki değişiklikler gözden kaçamaz hale de gelmişti.  Hastalık ya da hastalıklarının ne olduğu pek ifşa edilmiyordu. Gözle görünen bulgular ellerinin titrediği, yürümesinin yavaşladığı, kamburlaştığı ve sesinin kısıldığı şeklindeydi. Sık sık düştüğü de söyleniyordu. Bugünün gözü ile bakıldığında Parkinson hastalığının tipik işaretleriydi.   

    

Sedat Ergin 2002 yılında “Başbakan Ecevit ne hastası?” başlığı ile bir yazı yayınladı. Yazıda bahsedilenler, Ecevit’in sağlık durumu ile ilgili bir karmaşa yaratıyordu. Yazıya göre, Ecevit 27 Haziran 2002 günü acil olarak Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi hastanesine başvuruyor ve çıkışta da  “Gözlükle ilgili sorunlarım var. Ama kaygı verici, çalışmamı engelleyici şeyler değil” açıklamasını yapıyordu. Rektör Prof. Mehmet Haberal, “Sayın Başbakan'ın kulağında, gözünde veya başka bir yerinde küçük bir problem olabilir. Bu herkeste olabilir. Başbakanımızın sağlığı yerinde” beyanatta bulundu. Sonrasında Ecevit’in hastalığının  Miyastenia Gravis” olduğu kulaktan kulağa yayıldı.  Myastenia Gravis  “Ağır Kas Güçsüzlüğü”nü anlatan bir hastalıktı. Beyin bir hareketi yapmak üzere komut verdiğinde, sinirlerin bu komutu kaslara aktaramadığı bir bozukluğu ifade ediyordu. Komutu taşıyan sinirlerle kas arasındaki kavşak noktasında bir aktarım sorunu yaşanıyor, kastaki algılayıcılar, sinirden gelen komutu alamıyordu.

Sonuç olarak Ecevit hem Parkinson hastası hem de Myastenia Gravis hastasıydı. Allahtan, her iki hastalık da zihni etkilemiyordu. Bir nörolog gözü ile iki hastalığın birlikte olmasına biraz uzak bir ihtimal versem de öyle ya da böyle her iki durumun tanısı da konunun uzmanlarının tanılarıydı ve resmi kayıtlara böyle geçmişti.

Ölümünden yıllar sonra, Ergenekon Davası’nın son duruşmalarında eski Başbakan Ecevit’in sağlık durumu sık sık gündeme gelmeye başlamıştı. İddialara göre Ecevit, hastanede tedavi olduğu sıralarda öldürülmeye çalışılmıştı. Mahkemenin sorusu üzerine, Adli Tıp Kurumu 1. İhtisas Dairesi, 26 sayfalık rapor hazırladı. Raporun ana konusu merhumun, hastalığı ve tedavisi doğru muydu? Rapora göre, Ecevit'in Parkinson hastalığı için uygulanan tedavisi yeterli değildi, diğer şikayetlerine bağlı tedaviler ise uygundu.  Rapor, 11 kişilik heyette 6'ya 5 oy çokluğu ile hazırlandı ve kabul edildi.

Bu rapor üzerine şaşkına uğrayan,  karşı taraf avukatlarının mahkemeye sundukları savunmada ise, Ecevit’in hastalığı ile ilgili tüm belgeler ve hastane kayıtları bilirkişi raporları ile birlikte sunuldu. Bu kayıtlar incelendiğinde Ecevit’le ilgili şu sonuca ulaşılabilirdi;

  • Bülent Ecevit nörolojik bir hastalığa, Parkinson hastalığına, sahipti.
  • Parkinson ilacı olan Madopar kullanıyordu. Dozları hastanede düzenlenmişti.
  • Hastalığın düşme riski Ecevit’e her muayene sırasında hatırlatılırdı. Buna rağmen Ecevit ciddi düşmeler yaşadı. Hatta kaburga kırığı meydana geldi. Bunun çoğu kere nedeni,  Ecevit’in önerilen dozlara zaman zaman uymamasıydı.
  • Son olarak da Hacettepe Üniversitesi tarafından, Ecevit’e  “Parkinson” teşhisi konulduğuna dair raporu kamuoyuyla paylaşılıyordu.

Ecevit akıllı, mütevazi ve nezaketli bir siyasetçiydi. Politika yapmayı bir kavgadan çok halka hizmet mesleği olarak da görüyordu. Dayım Ankara savcısı Doğan Öz’ün 1978’de öldürülmesi sonrasında, cenaze töreninde ve takiben de evinde karşılaştım. Dayımın kontrgerilla raporunun kendisine sunulmasından kısa bir süre sonra suikasta kurban gitmesi, çok sonraları, Ecevit’in o döneme ait politik duruşunu bize epeyce düşündürmüştü.

Ne olursa olsun,  siyasetçi, gazeteci ve şair kimliği ile adını tarihe geçiren Ecevit’in yazdığı şu dizeler dünü ve bugünü ne güzel özetliyor.