Selda Hanım, ömrünü Türk Sinemasına adayan çok değerli bir sanatçımız olarak bize kendinizden bahseder misiniz? Nerede doğdunuz? Aslen nerelisiniz? Nasıl bir çocukluk geçirdiniz?

Konya'ya tayin olan babam evini yerleştirmeye çalışan annem hiç düşünmedikleri bir sürprizle karşılaşırlar; bir bebekleri olacaktır. 3 Ocak gecesi annemin sancıları başladığında ebesi sinemadan kaldırılıp getirilince belki de Selda bebeği sinemaya ilk adımları atılmış oldu.

Anne ve babanızı erken yaşta kaybettiniz. Bu erken ölümler sizi nasıl etkiledi? Hayatınıza bu kayıplar sonrasında nasıl yön verdiniz?

Söylediğim gibi Konya doğumluyum. Taşındıkları ilk gece annem rüyasında Mevlana’yı görmüş. Ev sahibesi; ‘Hemen ziyaretine git kızım büyük bir iyilikle karşılaşacaksın’ demiş. Anneciğim yerleşme telaşından ziyarete gidemeyince üç gece sonra türbesini görmüş. Doğduktan sonra bu rüyayı o kadar çok dinledim ki, Mevlâna gibi büyük bir düşünürün felsefesinin etkisinde kalmamak mümkün değil tabii ki. O büyük ve derin felsefeyi tam olarak anlamakta mümkün değil. Ama insan olmak, insanlık adına bir şeyler yapabilmenin keyfini hep yaşadım. Her insanın bir parça kulak vermesi gönül açması gerek bence. “Ben dostlarımı ne kalbimle ne aklımla severim olur ya kalp durur akıl unutur. Ben dostlarımı ruhumla severim. O ne durur ne unutur” der; Mevlâna. Ne güzeldir etkisinde kalmamak mümkün mü? Annem muhteşem bir kadındı. Çok neşeli, iyimser, nefis yemekler yapan, tabiri yerindeyse yedi kralla barışık dünya şekeriydi. Sabah çıkar bir türlü gelmez. Çünkü yine tabiri yerindeyse kırk kapının ipini çekerdi. Birinin çocuğu olmuştur gözaydına, biri hastadır geçmiş olsuna… Velhasıl tüm gönülleri fetheder, hep gecikirdi. Fedakâr, hamarat, iyi bir ev kadını, iyi bir anneydi ne yazık ki; O’na doyamadan 52 yaşında, ben 16 yaşımdayken bırakıp gitti.  Aslan babam yakışıklı titiz tertipli benim kahramanım babacığım. Sadece benim değil polis tarihine de “Hır Santos” adında 23 cana kıymış bir eşkıyayı öldüren polis memuru olarak geçen babacığım, güzel hanımlarla arası iyi olan yakışıklı babam, beni 12 yaşında bırakıp gitti. Tek üzüntüsünü beni gelinliğimle görmemek olduğunu söyledi. 59 yaşındaydı daha…

Sinema ile yollarınız nasıl kesişti? Hayalinizde oyuncu olmak var mıydı?

1965 yılında o dönemin en önemli mecmuası olan ‘Ses Dergisi’nin Türk Sinemasına çok önemli isimleri kazandıran yarışması ile girdim. Bir tesadüf ile başlayan olay gerçekte hayatımın dönüm noktası, 56 yıldır süren bir rüyanın başlangıcı oldu. Ailemin desteği olmadı anne ve babacığım zaten karışamazlardı. O’nlar beni erkenden bırakıp gitmişlerdi. Ağabeyim ve ablam destek vermediler. Aşağı yukarı üç sene de görüşemedik. Allah’ın bir lütfu olduğuna inandığım bu yola halamın yanında devam ettim. Hayalimdeki Oyuncu olmak tabi yoktu. 5 yaşında anne olmaya, 7,8 yaşlarında baba mesleği polisliği sürdürmeye. 9 yaşında gördüğüm bir filmden etkilenip balerin olmaya, 13, 15 yaşları arasında güzel sanatlar fakültesine gidip ressam olmaya karar vermiştim. Zaten İstanbul'a geldikten sonra da halamla birlikte, O da akademi mezunu idi, birlikte gidip okul müdürü ile görüşüp her şeyi hazırlamıştık. Neredeyse ben akademiye başlayacaktım. Ama Ses Mecmuasının yarışması çok daha cazip geldi.

Kariyerinizin en önemli filmi veya dönüm noktası diyebileceğiniz filminiz hangisi ve ne şekilde değiştirdi hayatınızı?

Benim için yaptığım her filmim çok önemliydi. Ama tabii ki, “Senede Bir Gün”, “Çiçekçi Kız” gibi filmler beni Türkiye genelinde tanıtmaya, seyircinin bana alâka duymasına neden oldu. En önemli de onlar oldu. Zaten sinema klasikleri içinde var olan 2 filmimdir. Beni bu başarılar hiç değiştirmedi. İnsan ilişiklerinde mütevazı olmaya özen gösterdim ve yıllarca da bu şekilde sürdü benim hayatım. Birdenbire ne oldum delisi olmadım.

Bir dönem sinemaya ara verdiniz, bunun sebebi neydi?

Türk Sineması bir dönem duraklama dönemine girmişti. Sinema kendi içinde yok edilmeye çalışılıyordu. Erotik filimler kuryesi başlamıştı o arada. Bizlerin bu tür filmlerde oynaması mümkün olmadığı için bütün o dönemin oyuncuları sinemadan uzaklaşmıştık. Evliliğim bu döneme rastladı ama evlilik bir etken değildi uzakta kalmam için.

Size ‘’Kartallar Yüksek Uçar’’ diye sorsam bizlere neler söylemek istersiniz?

“Kartallar Yüksek Uçar” gerçekten filmlerin bitip dizilerin başladığı dönemde en önemli dizilerden biriydi. İlk çıktığı zaman bütün bir Türkiye'yi karıştırdı açıkçası. Attila İlhan gibi bir usta yazmıştı. Rahmetli Sadri abi ve çok özel bir kadroyla çalışmıştık. Benim için Kartallar Yüksek Uçar’daki ‘Hanımağa’ karakteri sanat hayatımın dönüm noktasıdır. O dönemde bir sürü ‘hanımağalar’ çıktı. Hatta iş kadınları bile gazetelerde manşetle, işte şu holdingin hanımağası falan diye bahsediyordu. İşte bunlar hep gurur verici şeyler ve gerçekten çok önemli bir projeydi. Rahmetli Hüseyin Karakaş çekmişti. Farklı yöntemler uygulandı ve hiçbir zaman hiç kimsenin unutamayacağı bir diziydi benim için de öyle.

Benim en çok severek izlediğim filmlerinizden biri Senede Bir Gün. Birçok filmde olduğu gibi bu filmde de siz Kartal Tibet ile çok iyi bir ikilisiniz. Bu uyumun bir sırrı var mı? Başka hangi oyuncularla oynarken bu uyumu yakaladınız?

‘Senede Bir Gün’de Kartal Tibet de birlikte oynadık. Zaten Kartal çok sevdiğim bir oyuncuydu. O’nu hatta daha üniversite yıllarında konservatuvar yıllarında iken bizim memleketimize gelip verdikleri birçok oyunda tanımıştım. İzmir'de seyretmiştim. Sonuçta gerçekten iyi uyum sağlamıştık. Zaten başka filmlerde de aynı uyumu sağladık. Fakat nedense çok fazla bir arada olamadık. Ama ben oynadığım tüm jönlerle aynı uyumu sağladığımı düşünüyorum. Cüneyt Arkın, Ediz Hun, Kartal Tibet, Fikret Hakan ve tabii Tamer Yiğit gibi birçok önemli ismi ile aynı uyumu sağladığımı sanıyorum. Çünkü seyirciler, hangi filmi yaparsak yapalım çok büyük ilgi gösterdiler. Ve bizi beğendiler. Mühim olan zaten onların beğenmesi idi ve bundan da ben çok büyük mutluluk duymaktayım. Bazı hayatta olanlar hala arkadaşımdır, dostumdur. Hepsini çok severdim çünkü biz bir ömrü beraber geçirdik. Ailenizle beraber olmadığımız zamanlarda bile onlarla beraberdik. Bilmiyorum artık bugün aynı duygularla hareket edebiliyor mu gençlerimiz yoksa farklı mı? Ama bizim dönemimizin sıcaklığı ve samimiyeti bambaşkaydı.

Genelde sizi sinemada hep “Güçlü Kadın” rolleriyle gördük. Bunun özel bir sebebi var mı? Bu tür rollere hazırlanırken ne tür bir çalışma yapıyorsunuz? Gerçek hayatta baskın bir karakterde misiniz?

Ben sinemada güçlü kadını oynamadım. Çünkü o zamanlar Türk sinemasında daima ezilen ilgi duyulması ve destek olunması gereken kadın rolleri vardı. Dizilerin başlaması ile ve ‘Kartallar Yüksek Uçar’ ile hanımağa karakteri ortaya çıkınca ben hep güçlü kadını oynamaya başladım. Özel hayatımda ne kadar güçlüydüm? O kadar da güçlü olduğumu söyleyemeyeceğim. Ama ‘Çemberimde Gül Oya’ karakterim ise Selda Alkor’ dur. İşte O bendim. 1960 İhtilali’ni, 6-7 Eylül hadiselerini, Türkiye'nin bütün siyasi yanlışlığını yaşamış bir vatandaş olarak duruşu ile yapısı ile her şeyiyle Selda Alkor’du. O yine güçlü kadındı. Aşkı için her türlü mücadeleyi veren, ailesini tüm sevgisine rağmen anne babasına saygısızlık etmeden, ben aşkım için varım kendi doğrularım var benim bunun içinde savaş verilmeye değer dedi ve gitti. Yani çok özel bir karakterdi. Ben de özel bir karakterim.

Sizlerin sinemaya başladığı yıllardan bu yana Yeşilçam’da neler değişti?

Ah sinema ah… 100 yıl sonra hala yavaş yavaş dünyaya biz de varız demeye başladık. Uluslararası olma çabalarımız dizilerimiz sayesinde oluşmaya başladı. Dizilerimizi dünyaya yoğun bir şekilde pazarlayabiliyoruz. Dilerim filmlerimizde aynı yoğunlukta pazar bulabilsin. Uluslararası olmak o marketin içinde olmak ülkemiz için yeni bir film demektir. Ülkemizde özgün senaryolara ihtiyaç var. Her zaman oyuncu olarak, Türk sinemasındaki oyuncuların dünya sinemasında var olabilselerdi gerçekten ödüllerin hepsini toparlayabilecek kapasitede olduklarına inanmış bir insanım. Ama olamadı inşallah bundan sonra olacaktır. Gençlerimiz, duyuyorum birçok festivallerden ödüllerle dönüyorlar. Yolları açık olsun.

Türk Sineması hak ettiği yerde mi sizce? Daha iyi konuma gelmesi için neler yapılmalı sizce?

Türk sineması sanıyorum ki hak ettiği yere hiçbir zaman ulaşamadı. Şimdi Tabii genç arkadaşlar artık bu işin peşinde olacaklar. Ama bize de bir görev düşerse tabii ki yanlarındayız, tabii ki destekçileriyiz. Ben zamanında telif hakları konusunda dernek içeresinde olduğum zaman çok yalvardım çok yakardım gelin öyle yapalım şöyle edelim diye ama ne yazık ki oluşamamıştı. Bugün her şey çok daha değişik sanırım. Bence iyi bir sektör haline gelmeli Türk sineması.

Eskişehir’e hiç geldiniz mi? Nasıl buluyorsunuz şehrimizi?

Eskişehir benim çok sevdiğim bir kenttir. Sanki bir Türkiye'deki bir kent değil de, dış ülkelerde gördüğüm bir yer gibi. Tabii çok büyük kazançları çok büyük şansları var Eskişehir'in. Yılmaz Büyükerşen gibi birisine sahip olabilmek Eskişehir’in en büyük şansı. Sanıyorum ki bundan sonra gelen bütün idareciler de aynı yolda gideceklerdir. Ama çok üzgünüm hala bir balmumundan yapılmış bir heykelim yok bu müzede. Niye yok diye düşünüyorum? Benden sonra gelenlerin var da benim niye yok acaba? Neyse vardır bir bildikleri diye düşünüyorum. Son yaptığım kısa filmde ‘İki Yaka Yarım Aşk’ Nurdan Tümbek Tekeoğlu öyle birlikte geldik Eskişehir'e. Beni çok iyi ağırladılar. Sayın belediye başkanlarımız sağ olsunlar ödüller verdiler. Eskişehir'de beni sevenlerle karşılaştım birlikte olduk. Çok mutlu oldum. Zaten ilk ve son değildi. Daha önce de belli bir sosyal sorumluluk projeleri için, gelmiştik. Galiba 3, 4 defa Eskişehir'e uğradım. Daha da çok uğramak arzusundayım. Ben bu vesileyle size çok teşekkür etmek istiyorum Cem Bey. Beni Eskişehir'de sizin mecmuanızı okuyan kişilerle buluşturduğunuz için sağ olun var olun. Eskişehir’i çok seviyorum.

Editör: TE Bilişim