“Birini takip etmenin en iyi yolu, onun önünde yürümektir. Kimse önündeki kişi tarafından takip edildiğini aklına getirmez.” (s.188)

***

Hani bir istasyon ya da terminaldeki kitap satıcısından, yolculukta okurum diye alınan, sonrasında yıllarca kitaplığınızdan mahzun mahzun yüzünüze bakarak okunma sırasını bekleyen kitaplar vardır ya.

İki yemek arasında tüketilecek çerez niyetine ele alınınca da benliği sarıveren, bitinceye kadar elden düşürülemeyen, ‘daha önce niye okumadım ki’ pişmanlığına sürükleyen kitaplar…

Benim için Murat Menteş’in “Dublörün Dilemması” tam da bu tarife uygun bir kitaptı. Farkıysa zihinsel vitaminle donanmış bir çerez olmasıydı.

Kitabı elime aldığımda Murat Menteş’le, kalemiyle, karakter oluşturma ve olay kurgulama tarzıyla ilgili hiçbir fikre sahip değildim.

Şimdi, diğer kitaplarının da siparişini verdim.

***

Bir animasyon filmi izlercesine keyif aldığım, daha önce okumadığım için hayıflandığım tuhaf bir kitapla karşılaşmıştım.

Elimde polisiye, mizah, trajedi, aşk romanı türlerinden hiçbirine yakıştıramadığım, ama her birinin içine girmeyi başarmış bir “türler harmanı” vardı sanki.

Baştan sona zekâ ürünü olan kurgusu, akıcı ve esprili anlatımıyla, yarattığı soluksuz merakla sarmalandım okuma boyunca.

***

Absürtlükler, akla zarar benzetmeler, aşka inandıran âşıklar, âşık olamasak da aşka ihanet sayılacak güzellikte kadınlar, gangsterler, cinayetler, karmaşa...

Olayların aktarılışının yanı sıra, sürpriz yumurta başındaki meraklı bekleyişe dönüşen olay örgüsü ve hep sonrasında yaşananları garip bir şaşkınlıkla karşıladım.

Tekdüze ilerleyen olayların her tarafını görmeye başlayınca bir “ne oluyor yahu afallaması” yaşadım.

***

“Aynı anda iki yerde bulunmanız mı gerekiyor? Bizi arayın.” anonsuyla başlayan bu kitapta sadece asıl olan değil, maskelerin arka yüzü de son ana kadar saklanıyor.

Saklanan her türlü gizli ayrıntıda daha da derine itiyor bizleri ve merak duygusunu artırıyor.

Belli ki yazarımızın entel birikimi de, hayal gücü de oldukça geniş.

***

Olaylar dört karakterin gözünden ve ağzından farklı açılardan anlatılıyor. İlk anlatımda alınan izlenim diğer bölümlerde yerle bir oluyor.

Karakterlerin isimleri de kitabın ironik yapısına uygun seçilmiş. Nuh Tufan, İbrahim Kuban, Ferruh Ferman, Rıza Silahlıpoda, Umur Samaz, Su Samaz, Habip Hobo, Dilara Dilemma…

Her biri için çift karakterli ya da çift yüzlü denebilir. En iyisi kısaca kimin kim olduğu kolayca anlaşılamayan sahte tipler diyelim.

Ana karakter Nuh Tufan bir albino. Onu izlerken bir albinonun farklılıklarıyla yaşamayı öğrenişine hayran oluyor, toplumun albinolara olan bakışını yine bir albinonun gözünden izliyoruz.

İlginç tarafı Ferruh Ferman’ın da kekeme bir tip olarak çizilmesi.

***

Ezberimizdeki reklamlar, aşina isimler, ayak izimizi taşıyan sokaklar tanıdık dekorlar olarak eserin içerisine serpiştirilmiş. Tabii ki kaderin cilvesinin ‘yok artık’ dedirten yüzüyle de karşılaşıyoruz.

Kitap bize madalyonun iki değil, aslında birçok yüzü olduğunu gösteriyor. Bir bölümde pek de göremediğimiz kişi ya da olay bir diğer bölümde sisler arasından çıkıp netleşiveriyor.

Her bölümde, her paragrafta değil, hemen her cümlede çok sıkı benzetmelere rastlıyoruz. Aynı tarz, zaman zaman ana yoldan sapılan alt metinlerde de mevcut.

Bu kadar matraklık, bu kadar hiciv içermesinin yanında, dalga geçilen olayların içindeki eğlenceye sıvanmış trajediyi, üzerindeki ince hüzün zarını fark edebiliyoruz.

***

Hep dünya klasikleriyle yaşayacak değildik ya; mizah yüklü sıra dışı bir kalemle tanıştım bu kitapta.

Her cümlesi düşündürücü ve altı çizilesi ifadelerle dolu. Eğer önemli cümlelerin altını çizme alışkanlığınız varsa, bu kitabın yarısını çizeceksiniz demektir.

***

“Mark Twain der ki: Cennet ve cehennem hakkında ileri geri konuşmam, çünkü her ikisinde de dostlarım var.” (s.193)