Küçükken çekilen acıların ateşi kolay sönmüyor, kolay unutulmuyor ve izlerini hayatımız boyunca üzerimizde taşıyoruz. O ilk çocukluk yıllarında üzerimize yapışan olumlu ya da olumsuz enerjiyi, daha sonra biz etrafımıza yaymaya başlıyoruz.” (s.16)

***

Gülseren Budayıcıoğlu’nun ‘Camdaki Kız’ kitabının, ‘hastalık sevgisizliğe, şifa ise sevgi ve şefkate dayalıdır’ gibi bir iddiası var.

Ailede yeterince doyuma ulaşamayan insanoğlu, eksiklerini bir başka yerde aramaya, birilerini ruhen yaralamaya teşnedir. Her seferinde de ulaştığı sonuç hüsran olur.

Çevremizde yaşanan ve basit gibi görünen olayların temelinde geçmişin derin izlerini fark ederiz. Çocuklukta kafaya yerleşen kurtçuklar; insanın hayatını yönlendirmeyi, değiştirmeyi, yarattığı etkiyle insanın davranışsal ve duygusal profilini kafasına göre inşa etmeyi marifet beller.

Düşünce, duygu ve davranışlarla örülmüş kişiliğin belirleyicisi ailedir. İnsanın kimliğinin ve kişiliğinin temelleri, dünyaya geldiği ailenin sosyal ve ruhsal dünyası, ekonomik yapısı, eğitim durumu, dünyaya bakışına göre çocukluğun ilk yıllarında atılmaktadır.

Yani çocukluk, gömleğin ilk düğmesidir. İlk düğme yanlış iliklenince, elbise bedene uymaz.

***

Yazar anlatımında, ‘kader motifi’ diye bir kavram işlemiş. Çocukluk yıllarında ailesi tarafından desteklenen, cesaretlendirilen, sevilen, sayılanların olumlu bir kişilik kazanacağını;

Kendi ayakları üzerinde durabilen bir birey olarak toplumsal yaşama katılacağını;

Umursanmayan, sevilmeyen, reddedilen, saygı duyulmayan, ihmal edilen, sürekli suçlanan ve duygusal tacize uğrayanların da olumsuz bir kişilik geliştireceğini;

Oluşan kişiliğin onarımı zor yara ve berelerle dolu olacağını söylüyor.

Çocukluğunda en çok yara alanların, toplumsal yaşama dâhil olduğunda yaralarını başkalarına bulaştırma, hatta başkalarında da yaralar açma çabasında olacağını anlatıyor.

“Küçükken çekilen acıların ateşi kolay sönmüyor, kolay unutulmuyor ve izlerini hayatımız boyunca üzerimizde taşıyoruz.”

***

‘Camdaki Kız’ bize;

Büyük şehirde, talihsiz bir olay sonucu dünyaya gelmiş, statüsü, ekonomik düzeyi yüksek bir ailede prensesler gibi ama sevgiyi tanımadan yetişmiş, varlıklı ve mevki sahibi bir aileye gelin olmuş, yaşadığı mutsuzlukla hayatı kararmış iç mimar Nalân’la,

Köyde dünyaya gelmiş, çocukluğu kentin varoşlarında yarı aç yarı tok geçmiş, eğitimden yoksun büyümüş,  kadınların nabzına göre şerbet vermeyi bilen, daldan dala konmayı, çapkınlık yapmayı marifet sanan yakışıklı elektrikçi Hayri’nin aşkını ve ilişkilerindeki iniş çıkışları anlatıyor.

Okuyucu, Nalân ile Hayri’nin ruh derinliklerinde yolculuğa çıkarak kahramanların ruhsal yapılarıyla tanışırken, bu kadar aykırı özellikler taşıyan iki insanın buluştukları ortak noktayı da hissediyor.

Sevgisizlik, şefkatsizlik, itilmişlik, ihmal edilmişlik, umursanmamışlık, saygı duyulmamışlık, sürekli suçlanmışlık…

‘Çocukluklarından beri ruhlarında taşıdıkları yaralar’

Ve ‘yalnızlık…’

Kitap geleneksellikle modernlik, kırsalla şehir yaşamı, gecekondu ile apartman kültürü arasına sıkışan insanın sorunlarına çözüm için yol açma rolünü üstlenmiş sanki.

Psikiyatrların deli doktoru olmadıklarını, insanları dinleyerek, olaylara farklı açılardan bakarak neler başarabildiklerini de gösteriyor.

Gülseren Budayıcıoğlu, 40 yıllık psikiyatr olarak insan ruhunda kazı yapan arkeolog sayılabilir kanımca.

‘İlişki sınıfsaldır ama aşk değildir’ teziyle karakterlerin iç dünyasını didiklerken kendi iç sesini de ustalıkla aralara yerleştiriyor; sonrasındaysa onların kendini arama yollarını açıyor.

***

İnsan okurken sanki kitabın içine çekiliyor ve ister istemez kendi çocukluğuna ayna tutma gereği hissediyor. Anne ve babanın tutumları, o günden bu güne taşınan yaraların var olup olmadığı, varsa etkilenip birilerini yaralayıp yaralamadığını masaya yatırmaya başlıyor. Kısa da olsa sorgulama, yüzleşme saati yaşatıyor okura.

Ve anlıyor ki;

Yargılamadan dinlemek bir erdemmiş.

Gayya kuyusuna benzeyen bu devasa insan galerisinde yaşayan herkesin derinliklerinde kimseye anlatamadığı hikâyeler olabilirmiş.

Kuyunun içine salınan kovadan ne çıkacağını kim bilebilir ki?

***

Gülseren Budayıcıoğlu adı son günlerde çok duyulur, tanınır oldu. Elbette televizyon dizisi ‘İstanbullu Gelin’in öyküsünden kaynaklı bir başarı da söz konusu.

Ardından ufak tefek senaryo farklılıklarıyla ‘Camdaki Kız’ da dizi oldu.

Benim kişisel isteğim;

Çağımızın derinliksiz, bazı önerileriyle sorunlara bile yol açabilen, suni bir özgüven pompalayan, kerameti kendinden menkul popüler ‘kişisel gelişim’ kitaplarına gönlünü kaptıran kitapsever dostlarımın ‘Camdaki Kız’la da buluşmaları.

Ağır bir terminolojiye sahip olabileceğini, anlaşılamayacağı ve sıkabileceğini düşünüldüğünden, psikolojik roman türünden çekinenlerin olduğunu biliyorum.

Elbette, bu kitabın edebi taklalar atan cümleleri yok. Sanattan, edebiyattan uzak, temiz ve duru bir Türkçeye dayalı, dümdüz, vasat ama samimi bir anlatım dili var.

Size edebiyat açısından bir şey katmayabilir ama emin olun yaşama bakışınıza çok şeyler katacaktır.

***

“Varoluşun da, kayboluşunda altındaki imza hep bu yaralara aittir. Başarılar da, yenilgiler de yaraların eseri.” (s. 350)