Sevdiğim huylarımdan biri de, Eskişehir yerel basınında daha önce yazılmış ve kimilerince “kült” olarak tanımlanan köşe yazılarını okumak. İşte bu yönde bir tavsiye üzerine okuduğum Ayhan Aydıner’in bir yazısındaki “hikâye” mi desem, “alıntı mı” desem, bilemediğim gönderme. Metin aynen olmasa da, yaklaşık olarak şöyle:

“Zamanın birinde bir köy ağasının çok sadık bir köpeği var. Köpekle ağa, köylülerin gözünde o kadar birbirlerine bağlılar ki, aksi bir durumu kimse tahayyül bile edemiyor. Köpek ağaya, ağa köpeğe o kadar bağlı. Ancak gün geliyor, zaman geçiyor, devir değişiyor ve bizim köpek bir acayipleşmeye başlıyor. Köyde ne zaman bir düğün olsa, bizim köpek ağanın yanından yardırıp doğru düğüne gidiyor ve davulcunun yanı başına siniyor.

Bizim köpek durumu o kadar abartıyor ki, bırakın o köyü, yakın köylerdeki düğünlerde bile davulcu ne zaman çalmaya başlasa, ağayı bırakıp oraya koşuyor. Ağa bu, razı gelir mi? Gücüne gidiyor. Önce köpeğine darılıyor, sonra yemeğini azaltıyor, baktı işe yaramıyor yemeğini tümden kesiyor. Ama nafile, köpek huyundan bir türlü vazgeçmiyor.

Ağa, sonunda bir karar veriyor, radikal bir karar. İki davulcu tutuyor. Köyün yakınlarında iki tane yüksekçe tepe belirliyor. Bir tepeye bir davulcuyu, diğer tepeye diğer davulcuyu çıkartıyor. Diyor ki, benden ne zaman işaret alırsanız çalmaya başlayacaksınız. Ağa ilk işaretini veriyor ve tepelerdeki davulculardan biri başlıyor tokmağı davula vurmaya. Bizim köpek durur mu? Kuyruğu yanmış gibi ağanın yanından yardırıp koşa koşa davul çalınan tepeye çıkıyor. Köpek tam davulcunun yanına geldiğinde ağa, ikinci işareti veriyor. Bu sefer bu dağdaki davulcu duruyor, diğer tepedeki davulcu çalmaya başlıyor. Bizim köpek, ansızın dönüyor ve o tepeden davulun çalındığı diğer tepeye topukluyor. Tam tepeye ulaşıyor ki, yeni bir işaret. O davulcu duruyor, diğer tepedeki davulcu çalmaya başlıyor.

Bütün bir gün böyle. Sonunda bizim köpek, dili bir karış dışarıda mevta oluyor. Bir o tepeye, bir diğer tepeye koşturmaktan telef olup gidiyor. Şimdi hikâye bu. Bu hikâyeden çıkartılacak sonuç ne? O kadar çok sonuç var ki, hangi birini yazsam?

Birincisi galiba şu; siz siz olun, her davulcunun peşinden gitmeyin. Kim ne zaman iktidar, onun peşinden, kim ne zaman iktidardan düşüp uzaklaşmış onu bırakıp yeni davulcular aramayın. Çünkü bunu kendinize huy edinirseniz, öyle bir zaman gelir ki, her köyden başka bir davulcunun sesi gelir ve siz hangisinin peşinden gideceğinizi bilemezsiniz. Bu dönemde bu davulcu, başka dönemde başka bir davulcu, ama ben hangisi iktidarsa onun peşinden giderim derseniz, hikâyedeki gibi, telef olup gitmek işten bile olmaz.

Ülkeyi bırakalım, Eskişehir’e bakalım. Bu hikâyenin tezahürlerini birçok kesimde, kurumda ve ilişkide görüyoruz. (Yalnız şuna açıklık getirelim, köpekler benim dünya üzerinde kedilerden sonra en çok sevdiğim yaratıklardır. O nedenle bu tanımlamanın bir aşağılama olarak değil, bizzat bir iltifat olarak görülmesini isterim. Aslan, eşek ve ayıda olduğu gibi… yn.)

Tabi zor bir durum, bunu anlıyorum. İnsanların sonuçta, kendi kariyerleri, gelecekleri, ikmalleri ve ailelerine sağlayacakları avantajlar söz konusu. Öyle olunca da, hangi davulcuda daha çok bahşiş varsa, oraya seğirtmeleri nispeten hoş görülebilir. Hoş görülmeyen taraf şu bence, bir davulcunun yanına gittiğinizde var gücünüzle diğer davulcuyu kötülemek. Eleştirmek değil, resmen, dedikodu seviyesinde konuşarak, yazarak, ona zarar vermeye çalışmak. Daha düne kadar, onun çaldığı namelere, türkülere, ritimlere uyup raks ederken, bir gün sonra o melodileri reddedip, yeni davulcunun melodilerine ayak uydurup kıvırmak. Hoş olmayan taraf bence bu.

Kim davul çalsa onun yanına koşan köpeğin hazin hikâyesi böyle. Bir o tepeye, bir öbür tepeye. Sonunda kaçınılmaz son. Ayhan Aydıner önceki yazılarından birinde bu hikâyeyi yazmış. Okuyunca benim de acayip hoşuma gitti. Üzerine birkaç kelam da ben etmek istedim. Sağlıcakla kalın.