Ülkemiz şu günlerde hemen hemen her alanda büyük sıkıntı içerisinde. İnsanların alım gücü her geçen gün azalıyor. İşsizlik ‘rekor seviyede artarken ülkemiz 7 milyon Suriyeliye de bakmaya’ çalışıyor. Şu günlerde ABD Başkanı Biden’in talimatıyla planlı bir şekilde Afgan göçüne de maruz kalıyoruz. Ülkemiz planlı bir şekilde sığınmacılarla işgal ediliyor. Yani ipini koparan geliyor. Sınırlarımız delik deşik. Ormanlarımız yanarken de Covid-19 salgınında da Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları yanlarında güçlü bir devlet görmedi. Demek ki 19 yıldır aynı liderle ve aynı partiyle yönetilmeyle bu iş olmuyormuş. İstikrarla ülke iyi yönetilemiyormuş.

HALKIN SIRTINDAN

YENİ GELİR KAYNAKLARI

Kendi insanı ‘çöplükten yiyecek’ ararken, 80 yaşındaki ‘dede ve nineler pazar kenarlarında limon satarken’, Kızılay ve belediyeler üzerinden ‘Suriyelilere nakdi yardımlar’ yapılıyor.  Ülkeyi yönetenler Türk’e değil de neden hep Arap’a ağlıyor. Çocuklarımız ‘Ne Mutlu Türküm Diyene’ demesin diye okullarda antımızın okunması kaldırıldı. Çağdaş Türkiye Cumhuriyeti’nin kazanımı olan dev kuruluşlar, fabrikalar, bankalar, limanlar haraç-mezat satıldı. Artık ülkede satacak bir şey kalmadığı için ‘vatandaşın sırtından yeni gelir kaynaklarını’ da belirlediler. ‘İmar barışı, bedelli askerlik, alkol ve sigaraya ard arda yapılan zamlar, trafik cezaları devletin yeni gelir kaynakları’ oldu. Dünya da ‘en pahalı doğalgazı, elektriği ve akaryakıtı’ biz kullanıyoruz. Soluduğumuz ‘havadan ne zaman vergi alacaklar(!)’ Doğrusu merak ediyorum.  ‘Hasta garantili hastaneler, geçecek araç sayısı garantili köprüler millete hizmet’ diye anlatılıyor. Yolları, köprüleri, dev kamu binalarını, havaalanlarını nedense hep o beş müteahhit yapıyor. Halk geçmediği köprünün parasını ödüyor.

NEREDE BİR GÜZELLİK

VARSA YOK EDİLİYOR

Değerli madenlerimiz ‘çok uluslu şirketlere peşkeş çekilirken’, ormanlarımız ‘talan’ ediliyor. Bilinçli şekilde ülkemizde doğa katlediliyor. Nerede ‘bir güzellik varsa’ yok ediliyor. Tarım alanlarımız heba ediliyor. Atatürk’ün ‘Milletin Efendisi’ olarak gösterdiği Türk Köylüsünü ‘çilenin efendisi’ yaptılar. Ülkemizin oksijen kaynağı olan Kaz Dağları’nda 200 bin ağaç kesildi.  Siyanürle altın arama sevdası yüzünden ‘temiz su kaynaklarımızı kaybetmek’ üzereyiz. Eskişehir’in en verimli tarım arazilerine termik santral yapılmak isteniyor.   AK Parti iktidarı yüzünden ‘çocuklarımıza temiz ve sağlıklı bir çevre’ bırakamayacağız. Ülkeyi çok iyi yönettiğini söyleyenler sokağa çıkmıyor mu? Artık insanlar gülmüyor. Çocuklarının ve torunlarının geleceği için büyük endişe yaşıyor. Gençler artık Türkiye’de yaşamak istemiyor. Avrupa’ya, ABD’ye gitmenin yolunu arıyor.  Suriyeli tosuncuklar plajlarda nargile tüttürürken, Mehmetçik Suriye’de şehit oluyor. Türkiye’nin demografik yapısı planlı şekilde değiştiriliyor. Siyasal düşünür Slavoj Žižek’in sıkça anlattığı bir fıkra var. Sibirya’ya giden bir eski Doğu Alman işçisi mektuplarının sansürcüler tarafından okunacağından emin, arkadaşlarına salık verir: “Eğer mavi mürekkeple mektup yazarsam okuyacaklarınız doğrudur, kırmızı mürekkeple yazarsam okuyacaklarınız yanlıştır. Bir ay sonra mavi mürekkeple yazdığı ilk mektubunu gönderir: “Burada her şey mükemmel, dükkânlar dolu, yiyecek bol, evler geniş ve düzgün ısınıyor, sinemalar Batı’dan filmler gösteriyor, etrafta çok sayıda güzel kız var,  olmayan tek şey kırmızı mürekkep.” Maalesef ülkemizi bu fıkrada olduğu gibi ‘pespembe gösteren çok sayıda yandaş medyası’ var. Onlara göre Batı bizi kıskanıyormuş(!)

ÜLKEDE SENDİKACI YOK

Peki şu anda ülkemizde sendika önderleri var mı? Olmuş olsaydı ‘bu zam yağmurlarına karşı kitleleri alanlara’ çıkarırdılar. Ücretlere yapılan ‘üç kuruşluk zamlara imza’ atmazdılar. EYT’lilerin mağduriyetini çözerdiler. Nerede o eski yürekli, ilkeli sendika önderleri. Bu güzel insanlar ‘iktidarların ne yalakası oldular ne de onların baskılarından’ yıldılar. Tarih 4-8 Ocak 1991.  Emeğin başkenti Zonguldak’ta yerin yüzlerce metre altında çalışan madenciler, Genel Maden İşçileri Sendikası önderliğinde iş, aş ve hak arayışlarını kazanmak için Ankara’ya yürüdü. 100 bin kişinin katıldığı ve Türkiye’nin en büyük ve en geniş işçi hareketi olan Büyük Madenci Yürüyüşü’nü başlattı. “Çankaya’nın Şişmanı işçi Düşmanı”, “Ölüm Olsa da Sonumuz Ankara’dır Yolumuz” , “1 Kara 2 Kara 3 Kara 4 Kara Geliyoruz Ankara’  ‘1 Ocak 2 Ocak 3 Ocak 4 Ocak Zafer Bizim Olacak’ sloganlarıyla yapılan bu yürüyüş sayesinde  9 ay sonra yapılan seçimde ANAP iktidarı devrildi. AK Parti iktidarından önce sürekli alanlarda olan TÜRK-İŞ’e ne oldu? TÜRK-İŞ Genel Başkanı çalışanların durumundan memnun mu? ‘En çok üyeye sahibim’ diye övünen Memur-Sen’in Genel Başkanı toplu sözleşme masasında neden hep buçuklu zamlara imza atıyor? Memurların refah düzeyinden çok mu memnun? Ya DİSK, Türkiye Kamu-Sen, KESK Genel Başkanları niye ortada yok? “Ülkede korku imparatorluğu var. Büyük baskı var. Üyelerime eylem yaptırsam,  başıma çorap örerler. Terör örgütü üyesi diye beni yaftalarlar” diye mi susuyorsunuz? Durum böyleyse, bir toz zerresi cesaretiniz yoksa sendikacılığı bırakın, gidin. Çünkü şu anda yaptığınız sendikacılık değildir. Böylece yapmadığınız işten dolayı hak etmediğiniz maaşı almamış olursunuz. Belki sizler gidince, yerlerinize sendikacılık yapmak için cesur insanlar göreve gelir.

MİLYONLARCA TARAFTARI VARDI

Ne yazık ki ülkemiz özgürlük konusunda 12 Eylül Cunta döneminin bile gerisinde 7 Kasım 1982 referandumu öncesinde Eskişehir Vilayet Meydanı’ndaki miting dün gibi aklımda. (O tarihte dokuz yaşındaydım) Alanı dolduran Eskişehirliler “Ya Ya Ya Şa Şa Şa Kenan Paşa Çok Yaşa” sloganlarıyla darbeci generali alkışlıyordu. %91,4 oy ile Anayasa referandumu kabul edildi. Bu oy oranı ile Kenan Evren Cumhurbaşkanı oldu. Merhum Süleyman Demirel, merhum Bülent Ecevit, merhum Alparslan Türkeş, merhum Necmettin Erbakan’ın yasaklı olduğu o yıllarda parti kursaydı, o parti bile seçimi açık farkla kazanırdı. 1981’de yaptığı bir konuşmada siyasi yasaklı parti mensupları içi; “Bunlar tencereyi pisletmişlerdi, biz temizledik. Yeniden tencereyi verelim, yeniden pisletsinler istedikleri bu” diyen Kenan Evren’in milyonlarca taraftarı vardı. Bu kitle belki de Demirel, Ecevit, Türkeş, ve Erbakan’ın artık politika yapmayacağına inandıkları için o yıllarda en büyük güce dönmüştü. Güç de Kenan Evren liderliğindeki askeri cunta idi. 80’lerin kudretli paşası yıllar sonra öldüğünde o taraftarlarından eser kalmamıştı.

KİTAPLAR SAKINCALIYDI
O yıllarda İl Halk Kütüphanesi’nde okumak için aldığımız kitapların bazı sayfaları ‘sakıncalı’ diye koparıldığını görürdük. Bazı komşularımız kitaplarını kömürlükte saklıyordu. Veya yakıyordu. Benim kuşağım, ‘Teksas Bilek, Tommiks, Baltalı İlah Zagor, Mister No’ çizgi romanlarıyla okuma sevgisi kazandı. Bu dönemde bile askeri cuntayı eleştirebilen güçlü kalemler ve gazeteler vardı. O yıllarda “Askeri cuntayı ve Kenan Evren’e her gün övgüler düzen, ülkeyi pespembe gösteren havuz medyası ve kalemşorları” yoktu. Kenan Evren en çok mizah ile eleştiriliyordu. O yıllarda ‘Gırgır Dergisi 1 milyon’ satıyordu. Cuntacı generalleri ve daha sonra tek başına iktidar olan ANAP’ın lideri merhum Turgut Özal’ı mizah ile yerden yere vuruluyordu.
YARGIYA RACON KESMEDİLER
Tüm baskılara rağmen Merhum Zeki Alasya-Metin Akpınar, Levent Kırca ve Nejat Uygur ‘oyunlarıyla politik eleştirileri’ sergiliyordu. Yasaklara karşı halkı bilinçlendiriyordu. Bugünün tiyatrocuları Cumhurbaşkanını bırakın, bir AK Partili Bakanı bile eleştirebilecek, onları mizahi dille ti’ye alabilecek oyunları sahneleyebiliyor muydu? Bugün ‘böyle oyunlar sahneleseler başlarına türlü türlü çoraplar’ örülmez miydi? 80’li yıllarda Demirel’i, Özal’ı, Ecevit’i, Erbakan’ı ti’ye alan ‘oyunları kahkaha atarak’ izledik. (Demek ki biz şu anda yaşayan gençlerden çok şanslıymışız. Bu güzel günleri yaşamışız) Bu dört isim ‘bu oyunları sahneleyenleri hiçbir zaman düşman olarak’ görmedi. Onları ‘terörist diye’ ötekileştirmedi. Onların sanatlarına saygı duydu. O yıllarda bile ‘hukuk bugünkü kadar ayaklar altına’ alınmamıştı. Anayasa Mahkemesi’nin, Danıştay’ın, Yargıtay’ın aldığı kararları o günkü devleti yönetenler hiçe saymamıştı. O yıllarda hiçbir lider “Anayasa Mahkemesi’nin kararına uymuyorum, saygı duymuyorum” dememişti. Hiçbir damat Bakan Danıştay’ın aksi yönündeki kararına rağmen; “Yaz saati uygulamasını aynı istikamette devam edeceğiz” diye ‘Bağımsız Türk Yargısına racon’ kesmemişti. Bugün bunu yapanlar kendilerine ‘Anayasal kurallar içerisinde ülkeyi yönetmek için bu yetki verildiğini’ çabuk unuttular. 

İŞTEN ATILAN GAZETECİLER
Ne yazık ki bugün Türk Basını ‘özgürlük’ açısından 12 Eylül Cuntasının bile gerisine düştü. Ülkemizde yayın yasakları, internet erişiminin engellenmesi artık olağan hale geldi. Tarikat yurtlarında çocuklara tecavüz edilirken anında yayın yasağı geliyor. Sırf iktidarı eleştirdiği için işten atılan, cezaevine gönderilen gazeteciler, suçluyu değil de onu yazan gazetecileri cezalandıran sistem, Kapatılan mizah dergileri, Devlet ihalelerini alan müteahhitlerin paralarıyla oluşturulan iktidar yanlısı havuz medyası, baskılarla sindirilmeye çalışılan muhalif basın, yasaklanan oyunlar, toplatılan kitaplar ülkemizdeki demokrasinin ne kadar ileriye (!) götürüldüğünü gözler önüne seriyor.

İNADINA UMUT
Tim Robbins ve Morgan Freeman’ın başrolünü oynadıkları ölümsüz bir yapıt olan Esaretin Bedeli’nde bir sahne vardır. Andy (Tim Robbins): “Dünyada taştan olmayan ve kimsenin senden alamayacağı bazı şeyler vardır. İçinden alamayacakları .. ve dokunamayacakları .. bazı şeyler ..asla dokunamazlar” der. Red(Freeman) : “ne hakkında?” Andy “umut !” Red, “umut (...) sana bir şey söyleyeyim. - umut tehlikelidir. - umut bir insanı deli edebilir. İçerde bu fikir iyi değildir. buna alışsan iyi olur.” Ülkemizde mevcut iktidar ile aynı görüşte olmayan, muhalif düşünen, vatanın geleceği konusunda büyük kaygı taşıyanlar bugünlerde oldukça mutsuz ve biraz da umutsuz. Bence bu zor günlerde kimse umudunu kaybetmemeli. Babanı, anneni, eşini, çocuğunu, torununu, Cumhuriyeti’ni, bayrağını, Büyük Önder’ini, vatanını, şehrini, köyünü, sokağını, evini seviyorsan umudunu niye kaybedeceksin ki… Sevdiğimiz değerlere bugün, her günden daha sıkı sarılmalıyız. Büyük Şair Nazım Hikmet dizelerinde “Umut, binbir ayaklı/ Umut, güneşte saklı /Umut, edenler haklı, /Umut, insanın hakkı.!” diyor.
Bizlere yılgınlık haram…
İnadına Umut!
İnadına Umut!

/////////////////////////////////////

CUMARTESİ HİKAYESİ

‘Bu Bir Devrim Hareketidir’

1934 yılı, Haziran ayı… Ankara, önemli bir konuğu ağırlamaya hazırlanıyor. İran Şahı Rıza Pehlevi gelecek ve Atatürk devrimlerini inceleyecek… Atatürk, yakın arkadaşlarını Çankaya Köşkü’nde topluyor.
‘OPERA YAPACAĞIZ’
“Şah için nasıl bir program yapalım?” diye soruyor. Kimi Orman Çiftliği’ne götürmeyi öneriyor, kimi “Merinos’u gezdirelim” diyor. Beğenmiyor bu önerileri Atatürk… “Bütün bunlar İran’da da var. Onlarda olmayan bir şey yapmalı, farkımızı ortaya koymalıyız” diyor. Aklında bir fikir olduğu besbelli… Sofradakiler merakla bekleşirken kararını açıklıyor: “Opera yapacağız!“ İşte ilk Türk operası Özsoy’un doğuş sahnesi bu… Atatürk operanın konusunu da kendisi belirliyor. İranlıların Şeyhnamesi’nden esinlenmiş bir destan planlıyor: Öykü, Hakan Feridun’un ikiz oğulları Tur ile Irac üzerine kurulu… İkizler doğduğunda şeytanın gazabı onları birbirinden ayırıyor… Ayrı yollara gidip birbirlerinden uzaklaşıyorlar. Ama yüzyıllar sonra buluşup kardeş olduklarını anlıyorlar. Tıpkı “ayrı yollara giden ikizler” Türkiye ve İran gibi…

İÇLERİ ŞEVKLE KAYNIYOR
Bu konuyu işlemesi için Münir Hayri Egeli’ye veriyorlar. Libretto’yu Egeli yazıyor. Sonra besteci arayışına girişiliyor ve Adnan Saygun akıllarına geliyor. Saygun, devlet bursuyla gönderildiği Paris’ten yeni dönmüş, Musiki Muallim Mektebi’nde hocalık yapıyor. Henüz 27 yaşında… Libretto’yu okutuyorlar kendisine… “Şah geliyor, bundan bir opera yazacaksın” diyorlar. Seviniyor Saygun… Daha önce hiç operası yok Türkiye’nin… Soruyor: “Solist var mı?“ “Yok!” “Koro var mı?” “Yok!” “Orkestra var mı?” “Yok!” “Ne kadar vaktimiz var?” “Bir ay!” Mucizevi bir öyküdür bu…1 ayda, 27 yaşındaki o adam, hem de Riyaset-i Cumhur Orkestrası Şefi’nin engelleme çabalarına rağmen solistleri bulur, orkestrayı ve koroyu oluşturur, eseri besteler ve Türkiye’nin ilk opera eserini yaratır. Saygun, o uykusuz geceler için sonradan şöyle yazacaktır: “Ah bu çalışma… Zaman kısa, imkanlar son derece sınırlı… Ama içimiz coşkun. Yalnız benim değil, bütün görev almış arkadaşlarımın içi şevkle kaynıyor. Acaba o atılım üstüne atılım yıllarında içimizde duyduğumuz dinmek bilmez heyecanı, sönmek bilmez ateşi şimdiki kuşaklar nasıl duyuyorlardır.”


ATA’NIN HUZURUNDA
Atatürk, gelişmeleri uzaktan takip eder. Bir ara Sovyet Sefiri Karahan’a “Sen anlarsın, git bir bak” deyip provalara yollar. Olumlu haber alınca kendisi de gidip izler bir provayı… Ve Özsoy Operası, 19 Haziran 1934 gecesi, iki devlet adamının huzurunda sahnelenir. Atatürk, bu mucizenin yaratıcılarını gece Çankaya Köşkü’nde ağırlar, kutlar. Ve engellemeye çalışanlara der ki: “Bu, bir devrim hareketidir!“ Bugün Saygun’u ya da Özsoy’u tanıyan kaç kişi var? Ya da, daha anlamlı bir soru: “O devrim yıllarının dinmek bilmez heyecanını, sönmek bilmez ateşini” şimdikiler nasıl duyuyorlar?

/////////////////////////////////////

/////////////////////////////////////

DÜNYA TARİHİ

Yangın Dehşeti

Yıl 1924. Kuzey İrlanda Belfast’ta çıkan büyük bir yangın

/////////////////////////////////////

UNUTULMAZ REPLİKLER

“Dünyada üç tip insan vardır. Koyun, kurt ve çoban köpeği” American Sniper/Keskin Nişancı

/////////////////////////////////////

FIKRA

SİZDEKİ BASIN BENDE OLSAYDI

Napolyon tekrar dünyaya gelmiş, beyaz saraya gitmi..  Başkan Biden ile yemek yerken demiş ki, "eğer benim elimde sizin sahip olduğunuz silahlar olsaydı, ben Waterloo savaşını kesinlikle kaybetmezdim" demiş. Daha sonra Rusya ziyaretine gitmiş, Kremlin Sarayı'na çıkmış Putin ile yemek yemiş.  Putin'e dönüp "Sayın Putin sizin elinizdeki KGB'ye benzer güçlü bir istihbarat teşkilatı, gizli servis bende olsaydı ben Waterloo savaşını asla kaybetmezdim" demiş. Sonrada Türkiye'ye gelmiş. Cumhur Başkanı Recep Tayyip Erdoğan ile yemek yemişler.  Yemekten sonra Erdoğan’a  dönüp; "Mösyö Tayyip sizin elinizdeki mükemmel basın gibi basın benim elimde olsaydı Waterloo savaşını kaybettiğimi hiç kimse duymazdı" demiş.

/////////////////////////////////////

ÇİVİ

“Bir ulusu tek kişinin idare edebileceğine inanırım, şu şartla; O adam ayaklarında çizme, elinde kırbaç, o ulus da sırtında semerle doğarsa.” Algernon Sidney