Sene 1986.

Milli İrade Gazetesi’nde muhabirim.

Anadolu Üniversitesi öğrencileri, YÖK’ün kuruluş yıldönümünde protesto eylemi yapıyorlar. Muhabir olarak olayları takip ediyorum. Öğrenciler sessiz yürüyüş ile üniversite yemekhanesine giriyorlar, yemeklerini yemeden olduğu gibi bırakıp yemekhaneyi terk ediyorlar. İstikametleri kampüs dışına çıkan yol. 

Kampusun ana giriş kapısından çıkıp, geliş gidişli çevre yolunu geçip, Bağlar Caddesinde şehir merkezine ilerliyorlardı. Dönemin siyasi şube müdürü Gaffar Okkan, oradaydı. Yüzlerce polis orada yani kampüs kapısından iki yüz metre ileride bekliyorlar. 

Öğrenciler, polislerin bulunduğu yere doğru ilerliyorlardı, şehrin içine giden tek ana yol orasıydı. Polis, kampüs içine girmemiş ve oradaki eyleme müdahale etmemişti, olası bir duruma göre dönemin rektörü Prof. Dr. Yılmaz Büyükerşen ile görüşülmüştür.

Öğrenciler, polislerin bulunduğu yere yaklaştığında son sürat gelen polis aracından dönemin emniyet müdürü Kamil Tecirlioğlu, indi. Sağa sola bakındıktan sonra oradaki polis şeflerine, “Çevirin bunları,” diye emir verdi. Birkaç dakikada ortalık karıştı, rasgele derdest edilen öğrenciler polis otobüsüne bindirildi. Hafızamda kaldığına göre yirmiden fazla öğrenci tutuklanmıştı.

Olayı haber yaptım, gazetede ertesi gün yayınlandı.

Aylar sonra, Konya Devlet Güvenlik Mahkemesinden bir tebligat geldi, olayın tanığı olarak gösterilmişim, tanık gösterildiğimi o anda öğrendim, kim tanık gösterdi hiç ilgilenmedim, hala da bilmiyorum.  Duruşma günü geldi, Konya Devlet Güvenlik Mahkemesindeki duruşmada yargıç karşısına çıktım. Yargıç sivildi, savcı genç bir asker binbaşıydı, yargıç 60 yaşlarında deneyimli bir hukuk insanıydı, karşısında sorular yönelttiği ben içgüdüsel olarak doğru karar vereceğine inanmışlığın rahatlığı ile olup biteni olduğu gibi anlattım. Oysa savcının sorularından anladığıma göre iddia daha farklıydı. İşte o anda devletin güvenlik kurumu adına iddianame hazırlayan kim ya da kimlerse olumsuz bir yere doğru itildi. Çünkü: orada iddia edilenlerin yaşananlarla ilgisi yoktu. Duruşma bitti, mahkeme salonundan ayrıldım, yüz metre kadar ilerledikten sonra arkamdan koşarak gelen kişi, beni tekrar mahkeme salonuna götüreceğini söyledi. Duruşmadan yeni çıktığımı söyledim, savcının emri olduğunu söyledi. Sivil polis olduğunu öğrendiğim kişi nezaretinde tekrar duruşma salonuna götürüldüm. 

Binbaşı rütbesindeki savcı, sorularını peş peşe sıralamaya başladı, birkaç yerde yargıç devreye girdi, savcının soruları bu kez olayın sonundan başlamıştı. Yolun kampüse uzaklığını, benim olayları nasıl izlediğimi vs.

Sonraki gün Cumhuriyet Gazetesi’nde yer alan haberden öğrencilerin tamamının beraat ettiğini öğrendim.

O öğrencilerden biri Tıp Fakültesini bitirdi, hekim olarak yıllarca görev yaptı, emekli oldu, şu anda bildiğim kadarıyla bir işyerinde işyeri hekimi olarak görev yapıyor. 

Boğaziçi Üniversitesinde öğrencilerin atanan rektöre karşı protestoları gündeme gelince, milliyetçiliği ile öne çıkan bir siyasi partimizin liderinin, “Kafaları kopartılmalı,” sözünü işitince, “Vah vah,” demeden edemiyor insan. İktidar sahibi siyasi partinin yöneticilerinin öğrencileri potansiyel suçlu ilan etmesi işin ayrı bir dramatik yönü olarak değerlendirilmeli. 

Öğrencileri kafaları kopartılacak unsurlar, öğretim üyelerini işe yaramaz insanlar olarak niteleyip, atanan rektörü üniversitenin tek sahibi olarak görüyor olmak, hangi akıl ile tanımlanabilir? Ben bilemedim, bilen varsa dünyaya ilan etmeli. 

Varsayalım ki o akıl haklı, üniversite öğrencilerinin kafalarını koparttık, en seçkin üniversitenin öğrencilerini öğrenim haklarından mahrum ettik, öğretim üyelerini dışladık, gerçek işlerini yapmaktan alıkoyduk, güzel ülkem Türkiye Cumhuriyeti Devleti, kimlerle nasıl gelecek yüzyıllara taşınacak.

“Ordunun ve devletin doğru yönetilmesi için emirler verebilirim ama bilim alanında emir veremem. Bilim adamlarının beni aydınlatmasını isterim. Bana bilimle doğruları gösterin ki, o yolu izleyebileyim. Mustafa Kemal ATATÜRK”